Cumartesi Sohbetleri : Çözülürken İstanbul

Cumartesi Sohbetleri

Çözülürken İstanbul

Bir İstanbul Yürüyüşü: Cihangir’den Kadıköy Söğütlüçeşme’ye,Bir karar vardı: yürümek. Ama bu yürüyüş, bir yere varmak için değil; bir şeyleri geride bırakmak içindi. Şehir değişmedi. Ama biri çözülmeye başladı.Öğleye yakın bir saat. Cihangir. Her yerde merdivenler var. Merdivenlerden birine oturdu. Yukarı çıkmadı. Çünkü çıkmak, kalmakla ilgilidir. O ise gitmek zorundaydı. Gözlerinde bir yorgunluk değil, bir çözülme vardı. Şehir onu dönüştürmemişti; çözmüştü. Merdivenden kalktı, yürümeye başladı. Bir vitrin camında kendi yansımasını gördü. Tanıyamadı. Yansıma, bir zamanlar tanıdığı kadının silik bir iziydi. Camın ardındaki şehir, onun içinden geçmişti; ama geride sadece bir buğu kalmıştı. Şehir, onu bir fotoğraf gibi yıkamış, sonra da karanlık odada unutmuştu.

Çukurcuma’da sokak köşesindeki eski araba tekerleklerinin arasından geçti. Sokakta antik sütun başlıkları ve ayna kaplı dükkanlar arasında dar bir binanın girişinde durdu. Eskiden burada bir sergi açılmıştı. Küçük bir galeri, büyük bir hayal. Duvarlarda kendi fotoğrafları asılıydı: gölgeler, yansımalar, boşluklar. Şimdi o duvarlar başka birine ait. Ama boşluk hâlâ onun. Çünkü şehir, mekânları devreder ama boşlukları saklar. O boşlukta yürür. Kendini değil, eksikliğini taşır.

Tophane’ye doğru inerken, her sokak bir iç monolog gibi aktı. Kamera onu takip etmedi; çünkü artık yanında bir kamera yoktu. O, kamerayı içselleştirmişti. Her vitrin, her balkon, her merdiven bir aynaydı. Ama bu aynalar yansıtmıyor artık; sadece geçip gidenin izini tutuyordu. Camlar buğulu, balkonlar sessiz, merdivenler çıkılmıyor. Her biri geçmişin gölgesini barındırıyordu. Bu gezmeyi artık kamerasız yapıyordu; çünkü bazı görüntüler yalnızca hafızasında kalmalıydı.

Kabataş’a doğru ilerlerken, kaldırım taşları arasında bir zaman kayması yaşadı. Her adımda üniversiteye gidilen sabahlar belirdi: çantasındaki analog makine, cebindeki ışık ölçer, gözlerindeki heyecan. Fındıklı’daki taş merdivenler, afişlerle dolu koridorlar, karanlık odanın kimyasal kokusu… Hepsi şimdi bir gölge gibi peşinden geldi. Ama gölgeler artık kadraj dışıydı. Çünkü şehir, ona artık ışık sunmuyordu; sadece gölge veriyordu.Bir apartmanın duvarında eski bir afiş gördü: “Fotoğraf ve Video Bölümü Mezuniyet Sergisi.” Kendi adını hatırlamaz ama o afişteki sessizliği tanırdı. O sessizlik, bir zamanlar onun iç sesiydi. Şimdi dışarıda. Şehir, onun içinden çıkmış gibi. İstanbul, artık bir mekân değil; bir eksiklikti. Bir zamanlar dolu olan şeyin, şimdi boş kalması. Anlam değil; anlamın terk edilişi.Kabataş’a vardığında, suya bakmadı. Bir kafede oturan insanlara baktı. Gülüşler, kahkahalar, telefon ekranları. O ise sessizdi. Çünkü şehirle kurduğu ilişki, sesle değil, sessizlikle örülüydü. İstanbul ona bağırmamıştı; fısıldamıştı. Ve şimdi o fısıltı, bir vedaya dönüştü. Şehir, onu uğurlamadı; içinden sessizce bıraktı.Vapura bindiğinde artık geçmiş kıyıda kaldı. Ne el salladı ne seslendi; sadece sustu. Vapurla karşıya geçti. Su, bir geçişti; bir bilinç akışı. Kadıköy’de indiğinde artık başka bir kadındı. Çünkü geçişler artık bir bilinç akışı değil; bir eksiklik akışı olmuştu. Boğaz’ın ışığı gözlerinde değil, cebindeki boşlukta kırıldı.

Kadıköy’e vardığında, rıhtımda martılar uçmaktaydı. Bir zamanlar martıların, rıhtımdaki simitçilerin fotoğraflarını çekmek için çok uğraşmıştı. Şimdi bunlar bir anı olarak kaldı. Yürümeye devam etti. Adımlarında bir telaş yoktu; ama bir yön duygusu vardı. Seydoux değil artık, belki bir Elif, belki bir Şehnaz… Fransız değil, ama şehrin yabancılığını taşıyan bir kadın. Gözleri denize değil, kaldırıma baktı; çünkü şehirle göz teması kurmak istemedi, onunla temas etmek isterdi.Bir kafeden gelen kahve kokusu, ona Moda’daki sabahlarını hatırlattı. Işıkla yarışan gölgeleri, kadrajın kenarına düşen bir kedi patisini, bir çay bardağında kırılan yansımayı… Ama artık fotoğraf çekmiyordu. Çünkü bazı anlar, çekilmezdi. İstanbul bazen anlatılmazdı. Bazı kadınlar, görünmezdi. O, görünmezliği seçmişti. Çünkü görünmek, kalmak demekti. O ise gitmek zorundaydı.

Söğütlüçeşme’ye doğru yürürken, adımlarında bir ağırlık yoktu. Çünkü karar verilmişti. Gitmek, kalmaktan daha hafif olabilir bazen. Ama hafiflik, uçmak değildir. Bir tür düşüştür. Düşmez; ama çözülür. Şehirle kurduğu bağ, bir aşk değilmiş meğer. Bir kira sözleşmesiymiş. Süresi doldu. Uzatılmadı.Tren istasyonunda beklerken, cebindeki bilet değil, içindeki boşluk ağır geldi. Doğduğu şehre dönecekti. Orada ışık yoktu. Kadraj yoktu. Ama belki bir gölge vardır. Gölge, bazen en iyi anlatıdır. Artık anlatmaz; çünkü anlatmak, kalmakla ilgilidir. Ama anlatılır yine de — bazı kadınlar şehirden ayrıldıklarında değil, şehir onları unuttuğunda görünür olurlar.İstanbul, onun aşkıydı. Ama zaman bitmişti; şimdi bir ayrılık provası başlamıştı. Ve şimdi prova bitti. Sahne kapanmadı, sadece ışık değişti. O kaldı. Gitmeden önce, bir çay bardağında kendini izledi. Ve o bardakta, bir şehir yansıdı. Kırılgan, sessiz. Tıpkı onun gibi.

25.10.2025

Şevket M. Oğuz

IMG-20251025-WA0002-1024x724 Cumartesi Sohbetleri : Çözülürken İstanbul

Share this content:

Yorum gönder