
Dağ manzaralı fotoğraflar, köy manzaralı kartpostallar bazılarına göre ferahlıktır. Asarlar onları evinin, işyerinin duvarına, oradan bir pencere açarlar, maviye, yeşile. Şehrin kirinde, kargaşasında inleyen duyguları, dağlara yaslanmış köylerle, göllerle denizlerde yansıtırlar. Yine bazılarına göre şiirler, o fotoğrafların, kartpostalların gösterdiğinden daha tesirlidir. Mısraların depreştirdiği doğa özlemi önce köyünü, dağını bulunduğu yere kucaklayarak taşıyacakmış gibi getirir. Bu özlem içinde olanlar hele bir de şairse tepelere ayak basmaya görsünler. Ali evinin bir köşesini yeşillikler içerisindeki köyünün kartpostalını asmıştı. Kartpostaldaki kâh ufka bakıyor, kâh aşağıda görünen Göl’e. Kartpostala bakıp rastladığı her ağacın, taşın, çiçeğin, böceğin adını duygu rüzgârının uğultusuna katıyor, sürü sürü kuşlara şiir atlasını açıyor ve şiirler yazıyordu.
Ali, Anadolu’nun uçsuz bucaksız topraklarından, rüzgârların savurduğu bir köyde dünyaya gelmişti. Ortaokuldan sonra öğrenim hayatını bırakmak zorunda kalsa da öğrenmeye olan tutkusunu hiçbir zaman kaybetmemişti. O, kelimenin tam anlamıyla kitap kurduydu. Genç yaşta köyün kahvesinde okuduğu tarih ve siyaset kitapları, onun dünyaya dair fikirlerini şekillendirmeye başladı. Aynı zamanda duygu dolu bir insandı Ali; yazmayı severdi, özellikle şiir yazmayı. Defteri, –iki tane defteri vardı birincisi şiirlerini yazdığı ikincisi günlüğü- onun iç dünyasını dışarıya yansıttığı bir sığınaktı. Şiirlerinde bozkırın hüzünlü yüzü, toprağın kokusu, Anadolu insanının kederi ve direnci vardı.
Defteri, Ali’nin en yakın dostuydu. Bozkırın rüzgârını, köyün sessizliğini ve Anadolu insanının kederini taşıyan kelimeler, onun şiirlerinde hayat buluyordu.
Geçim çok zordu mecburen büyük şehre göçtü. Şehir yaşamı, Ali’yi bambaşka bir dünyanın içine çekti. Şehrin sokaklarında mücadele eden insanlar arasında buldu kendini. Politik eylemlere katılan, ideolojik tartışmalarda hararetle konuşan bir adama dönüştü. Ali’nin fikirlere olan bağlılığı, onun dünyasının merkezindeydi.
Şehrin kaosu, ideolojilerin çarpıştığı dar sokaklar ve kıraathane sohbetleri Ali’nin fikirlerini daha da keskinleştirdi. Politik eylemlere karışan, ideolojisine sıkı sıkıya bağlı bir adam olmuştu. Arkadaş toplantılarında sık sık şu sözü tekrarlardı: “Hayatlarını bir fikir uğruna yitirmiş insanları düşününce gülümserim. Bütün kaçış noktalarını kapatın derim.” Ali için fikirler, hayata anlam katan tek şeydi. Ancak, bu sıkı bağlılık zamanla onu sıkışmış hissettirmeye başlamıştı. Ne kadar mücadele ederse etsin, içinde bir şeylerin eksik olduğunu fark ediyordu.
Ali’nin günü sabahın erken saatlerinde başlıyordu. Kahvaltısını yaparken haberleri izler, gündemdeki konuları not alırdı. Ardından işe gider ve işyerindeki toplantılara katılırdı. Akşamları eğer yetişebilirse akşam haberlerini dinler kendi siyasi görüşü ile ilgili kanaldaki açık oturumları izlerdi.
Hafta sonlarında farklı siyasi etkinliklere katılırdı. Kendi siyasi fikrine uygun partinin üyesiydi. Partisinin düzenlediği mahalle toplantılarına katılır ve mahallenin sorunlarını dinlemek ve yapabildiği ölçüde çözüm üretmek, ona büyük bir tatmin duygusu veriyordu.
Resmi bayramları büyük bir coşku ile kutlardı. Bayram sabahları herkesten önce tören alanına gelir bayraklarla süslenen alanda coşkulu kalabalığın içinde, parti üyeleri ile küçük sohbetler yapardı. Bu özel günlerde Ali’nin enerjisi hiç düşmezdi; çünkü bayramlar ona halkla daha yakın olma, ortak değerleri paylaşma ve insanları birleştirme fırsatı verirdi.
Mitinglerde ise Ali’nin enerjisi zirveye çıkardı. Otobüsün üzerindeki partisinin lideri mikrofonu eline aldığında, kalabalığın içindeki Ali büyük bir heyecanla liderinin konuşmasını takip ederdi. Liderin ses tonu yükseldikçe, Ali’nin içindeki enerji de artardı. Elindeki parti bayrağını sallayarak sloganlar atarak konuşmaya eşlik ederdi.
Günler birbirini kovalarken bir gün internette Limantepe isimli bir kasabadan bahsedilen bir yazı okudu. Burası şirin bir sahil kasabasıydı. Köyüne çok benzemese de burası içinde bir merak uyandırdı. İşyerinden izin aldı. Birikmiş kullanmadığı izinleri vardı. Yanına iki özel defterini birkaç kitap ve kalemini alarak yola çıktı.
Limantepe ’ye vardığında, onu taş döşeli dar sokaklar, denizin sonsuz maviliği ve zamanın durduğu hissi karşıladı. İlk gün, sahildeki bir kayaya oturdu ve defterini açtı. Gözleri denizdeki dalgaların ritmine takılmışken, şu dizeleri yazdı:
“Ellerimle tuttuğum bir düş gibi,
Bana ait olmayan bir dünyada
Rüzgâra karşı yürürüm—
Kendi şiirimi arar gibi.”
Ancak, Ali hala zihnindeki cevapları bulamamıştı. Limantepe ’nin sokaklarında dolaşırken, sahilde yaşlı Hüseyin adında balıkçıyla karşılaştı. Balıkçı Hüseyin’le yan yana oturdular. Hüseyin’in teknesinin üzerinde “Hayal” yazıyordu. Ali teknenin üzerinde yazan “Hayal” kelimesine gözlerini dikmişti. Hüseyin’in sessizliği, dalgaların fısıltısı arasında bozuldu.
“Bak Ali” dedi Hüseyin, uzaklara bakarak. “Hayal her zaman dokunulmaz gibi gelir insana. Ama anlamazlar ki bazen hayali yakalamak için sadece durup izlemek gerek. Çırpınırsan kaçar.”
Ali, bir süre sustu. Hüseyin’in gözlerindeki huzuru anlamaya çalışıyordu. “Peki ya o hayaller? Ya gerçekleşmezse?” diye sordu. Sesi her zamanki kararlılığından uzaktı; sanki içindeki bir boşluk konuşuyordu.
Hüseyin gülümsedi. “Ali, hayaller birer yoldaştır. Bize yön gösterir, ama bazen ulaşmaya çalışmak bile yeterlidir. Uğruna savaşmak güzel, ama anı kaçırırsan neye yarar ki? Şu denize bak. Bütün sır burada.”
Ali, dalgaların ritmini izledi. O an ilk kez hayatının sadece fikirlerden ve mücadeleden ibaret olmadığını düşünmeye başladı. Ama yine de bu düşünceye sarılmak zordu. Adeta kendi içindeki duvarları aşmaya çalışıyordu. Ali, bu kelimenin ironisini düşündü. Hayal, onun hayatında hep dokunamadığı bir şey olmuştu. Balıkçıyla sohbet ederken, yakınlarda bir ada olduğunu ve bu adada eski bir manastır bulunduğunu öğrendi. Balıkçı, onu adaya götürmeyi teklif etti.
Ali, adaya ayak bastığında, orayı saran sessizlik ve doğanın dinginliği içinde kayboldu. Eski manastırın taş duvarlarında dolaşırken, bir yazıt dikkatini çekti: Yazıtta “Infinitas in momento latet.” Yazıyordu.
“An’ın içinde sonsuzluk saklıdır.” Bu cümle, Ali’ yi derinden etkiledi.
Zihninde yıllardır süregelen geçmiş ve gelecek arasındaki çekişme bir anda anlamını yitirmişti. Geçmiş bitmiyordu, gelecek başlamıyordu; her şey sadece şimdideydi.
Manastırın taş duvarlarına dokundu, derin bir nefes aldı ve defterine şu satırları yazdı:
“Geçmiş gölgem, gelecek rüyam—
Ama şimdi, yalnızca şimdi,
Rüzgârın taşıdığı bir toz zerresiyim.”
Bu yazıt ve adadaki deneyimi, Ali’nin düşünce dünyasında bir kapı açtı. Artık hayatı sadece politik mücadeleler ve ideolojilerle tanımlamıyordu. An’ın değerini anlamıştı.
Sahile döndüğünde gece olmuştu. Dalga sesleri Ali’yi sakinleştiriyordu, ama içinde hâlâ bir fırtına vardı. Yıldızlı gökyüzüne baktı ve kendi kendine konuşmaya başladı:
“Hayatlarını bir fikir uğruna yitirmiş insanları düşününce gülümserim derdim hep. Ama ya kaçırdıklarım? Ya bu dünya sadece fikirlerin değil de… anların dünyasıysa?” Vaz mı geçeceksin Ali? İnandığın her şey ne olacak?”
Ali, kendi içindeki çatışmanın farkına vararak ayağa kalktı. “Vazgeçmeyeceğim,” diye fısıldadı. “Ama onları sadece kovalayıp geçmeyeceğim de… Bu anı, bu rüzgârı, bu yıldızları da görmeliyim. Sadece dövüşmekle bitmez bu yol, yaşamak da gerek.”
Ali, Limantepe ’den ayrılırken kendisini daha önce hiç hissetmediği kadar hafif hissediyordu. İstanbul’a döner dönmez eski dostlarından biriyle kıraathanede buluştu. Onlarca kahve sohbetine liderlik eden, sert ve idealist Ali, şimdi yüzünde huzurlu bir gülümsemeyle oturuyordu.
“Hayrola Ali, sessizsin. Siyasi bir şey konuşmayacak mısın?” dedi arkadaşı.
Ali gülümsedi. Bir an durdu, sonra sakince konuştu: “Artık konuşacak çok şeyim var, ama bağırarak değil. Bir şey fark ettim. Hayatı sadece bir savaş meydanı gibi görüyordum. Ama şimdi anladım ki asıl savaş, anın içindeki huzuru yakalamakla ilgili. Asla sonlanmayacak bir dünyadayız; geçmiş bitmiyor, gelecek başlamıyor. Ama şimdi… şimdi hep elimizde.”
Arkadaşı ona baktı, bir şey söylemedi. Ali’nin sözleri, kahvehanedeki uğultuyu susturmuştu. Ali, artık sadece bir fikir adamı değil; düşlerin, huzurun ve yaşamın bir parçasını anlamış bir adam olmuştu.
Son söz: Bu haftaki sohbetimi Henry Miller’ın sözleri ile bitireyim:
Asla sonlanmayacak bir dünyadayız, geçmişin hiçbir zaman sonlanmadığı ve geleceğin hiçbir zaman başlamadığı ve anın hiçbir zaman bitmediği bir dünyada.
Ellerimizle tuttuğumuz gördüğümüz fakat yine de biz olmayan düşler dünyası…
12.04.2025
Şevket M. Oğuz