Şehirden kırk beş km uzaklıkta sakin bir kasabada yaşamaya başladım. Bazı akşamlar şehirde sadece ruhum için müzik dinlemek amaçlı konserlere gidiyorum. Diğer günler deniz kenarındaki kasabamda dostlarım için yazılar yazıyorum. Şehrin kaosunu gürültüsünü aramıyor değilim bunu konser için gittiğim akşamlar bol bol yaşıyorum. Ne de olsa orası doğduğum yer.
Şehri terk ettikten sonra bana ne olduğunu ancak geçen gece, beni uzun bir süreden sonra geçen hafta bir arkadaşımı konuk ederken kavradım, aniden. Bana uzun süredir toplumdan uzak kalmamın nedenini sordu.
Toplumdan uzak derken şehirdeki hareketli yaşantımdan kopup bu yavaş yere İngilizce Cittaslow diyorlar neden geldiğimi sordu. Ona sözcükler ile yanıt vermenin yararsız olacağını hissettim. Onun yerine sokaklarda biraz gezinmeyi önerdim. Yaşadığım kasabada dolaşmaya başladık. Önce sahile indik martıları dinledik. Uzun süre hiç konuşmadan deniz kenarında yürüdük. Dünyaya eğilmiş gökyüzünün tatlı maviliğinde denize bakan küçük bir kafeye oturduk. Sessizlik sadece martı çığlıkları. İnsanın gecenin geç saatlerinde şehrin sokaklarında bulduğu sessizlik burada sürekliydi. Büyük şehirlerde nadiren bulunan bir şeydir o sessizlik.
Her hâlükârda adımlarımı yönlendiren şey rastlantı değildi. Arkadaşımla boş sokaklarda yürürken kasabadaki ilk günlerimi yeniden yaşıyordum, çünkü yeni hayatım aslında kasabada başlamıştı. Her gece arkadaşsız yabancı bir çevrede o sokaklarda umutsuzluk ve yeis içinde yürümüştüm. Sokaklar her şeydi benim için, büyük kentte yitmiş herkes için olduğu gibi. O sokaklarda arkadaşımla birlikte tekrar yürürken kendimi kasabadaki hayatıma gözlerden uzak başladığım için sessizce kutladım. Başkalarının sandığı gibi hareketli bir yaşamı bırakıp yavaş bir hayata geçmem inanılmazdı. Benim gibi birisi bunu nasıl yapabilirdi? Aslında kentte dibe vurmuş durumdaydım. Her gün bir öncekinin aynıydı. Sürekli koşturmalı düşünmeye zaman ayırmadan geçen günler. Beğensem de beğenmesem de kendime yeni bir hayat yaratmak zorundaydım. Ve bu yeni hayatın sadece bana ait olduğunu hissediyorum ister kullanırım ister parçalarım, nasıl uygun görürsem. Bu hayatta yaratıcı benim. Var olan her şeyim ben öyleyse tasalanmak niye?
Küçük bir madde parçası tamamen yeni bir evren gibi yaşamak için nasıl kendini güneşten koparırsa bende şehirden öyle kopmuştum işte. Bu kopuş gerçekleştikten sonra yeni bir yörünge oluşur, geriye dönüş yoktur. Güneş benim için yoktu artık kendim kızgın güneşe dönüşmüştüm. Ve evrendeki bütün güneşler gibi kendimi içeriden beslemek zorundaydım. Çünkü insan gerçekten canlıysa başka türlü düşünmesi olanaksızmış gibi geliyor bana.
Böyle düşünüyorum, birkaç yıl önce tam aksini düşünüyordum. Devamlı gelecek için umut besleyerek yaşamak. Gelecek umudu kötü bir şey. Olmak istediğin insan olmadığın anlamına gelir. Hep beklentiyle yaşadığın anlamına gelir. Bütünüyle ölü değilsen de bir parçanın ölü olduğu anlamına gelir. Hayalle yaşıyorsun demektir. Şimdi umut etmeyi bıraktım akışta yaşamaya sadece yazı yazmaya odaklandım. Artık büyük bir yazar olma umudumu da bıraktım sadece yazıyorum bununla ilgili hayal bile kurmuyorum her şey akışta ne olacaksa o olacak bu artık beni ilgilendirmiyor.
Bu içsel değişim gerçekleşmeden önce olağanüstü zor bir zamanda yaşadığımızı düşünürdüm. Etrafımdaki haberleri izlerdim. Her günüm bu olumsuz haberleri dinlemekle geçerdi. Çoğu insan gibi zamanımızın olabilecek en zor zaman olduğu kanaatindeydim. Şehrin kaosunda yaşayanlar, halâ “zamanımız” diyenler için zaman sahiden zor zamanlardır. Bana gelince insanın kurak ve bereketli yıllarını harcadığı takvimi fırlatıp attım. Benim için her şey zamansız, başı ve sonu olmayan harikulâde ve kesintisiz bir akış.
Evet zaman kötü, insan bağışıklık kazanmadığı, yaratmadığı sürece. Ben yaratıcı olduğumdan beri her zaman sonuna kadar gidiyorum. Dünyanın yazgısına tamamen kayıtsızım; kendi dünyam, kendi yarattığım yazgım var. Ne tereddüt ederim ne de ödün veririm. Kabul ederim. Varım o kadar.
Belki de bu yüzden yazmaya oturduğumda yüzümü her zaman ileriye dönerim. Dönüp de geriye bakmam. Üzerinde yol aldığım yörüngem beni bana hayat veren ölü güneşten giderek uzaklaştırıyor. Eskiden bir seçenek ile karşı karşıyaydım ya o ölü şeyin bir uydusu olmak ya da kendime ait yeni bir dünya yaratmak, kendi uydularımla. Seçimimi yaptım. Bu seçimi yaptıktan sonra durağanlık olanaksızdır. İnsan giderek daha çok canlanır ya da eskiye dönerse daha çok ölür. Kumaştan yeni bir insan biçilir, bedenin bütün hücrelerini değiştiren bir fikir değişikliği ile. Fikir değişikliği içermeyen her şey felaketle sonuçlanır. Çünkü fikir değişikliği yoksa iradi eylem de yoktur. Artık içsel dönüşüm başlamıştır. Beraberinde muazzam bir hareketlilik getiren bir irade gösterisi olur.
Yüzyıllar boyunca zamansızlığın ne olduğunu anlayan birkaç kişi çıktı ortaya, benim gibi. Onlar, benzersiz yaşam tarzlarıyla zaman olgusunun insanın yanılsamalarından biri olduğunu kanıtladılar. Fakat belli ki hiç kimse onları anlamıyor. Böyle olması gerektiği de fazlasıyla doğru. Yaratıcı bir hayat yaratmak istiyorsak kendi yazgımızdan sorumlu olmamız son derece makul. Kendimizin yapamadığı şeyi başkalarının yapmasını beklemek mucizelere gerçekten inanmak demek.
Varoluşun bütün sosyolojik düzeni temsili bir yaşam üzerine kurulmuş. Zamansız insan ne devlete ne kurallara gerek duyar, toplumun sığ düşüncelerine ihtiyacı yoktur. Kötü zamanları yaratan insanlığın büyük çoğunluğu, yani halk. Dünya kendimizin bir aynası sadece.
Sanatçılar toplumun dayattığı her şeyin ters gittiği kötü zamanlardan çıkabilirse sanatlarını icra edebilirler. Sanatçı nötr olmalıdır. Zamansız olursa sanat yaratabilir. Ben de Cittaslow denilen bu yerde yazılarımı yazıyorum. Çünkü zaman acımasız. Kötü zamanları düşünerek yaşayan insanlar için zaman biteviye monoton ve tekrardan ibaret. Her günkü yaşam savaşlarla, cinayetlerle, aynı söylemlerle bitmek tükenmek bilmeyen tekrarlarla dolu. Ben zamansızlaşarak bunlardan kurtuldum.
Son söz: Salvador Dali’nin Polonya’nın Wroclaw kent merkezindeki alışveriş merkezinin halka açık avlusunda sergilenen “zamanın profili” isimli heykeli 1931 tarihli “belleğin azmi” tablosunu yansıtır. Bu tabloda ünlü erimiş saat ilk kez görünür. Saat ağacın üzerinde sıvılaştıkça, insan profiline dönüşür ve insan ile zaman arasındaki bitmez tükenmez ilişkiyi vurgular. Saatin beklenmedik yumuşaklığı, zamanın doğası gereği kesin ve sabit olduğu düşünülse de aslında insan algısında önemli ölçüde değişebildiği fizyolojik yönü de temsil eder. Tüm insanlar zamanın geçişine boyun eğmelidir. Saatin yüzünde Dali’nin profilini görürüz. Gözünden bir damla yaş düşer, tüm insanların kat etmesi gereken yaşam yoluna hayıflanır.
15.03.2025
Şevket M. Oğuz