
-Anacığım! Evet, yine o münzevîye…
-Ne buluyorsun o sabıkalı adamda?
Anacığım, yasak elmayı yiyen Adem de sabıkalıydı. Geçmişte yapılan her şerrin
gelecekte hayır olmayacağına veya her şer işleyenin ruhunun tamamıyla kirli olduğuna nasıl
kanaat edebiliriz? Kaldı ki her Ademoğlu biraz sabıkalı değil midir?
- Deli oğlan… Geç kalma, sobaya patates atacağım.
-Siz yiyin anacığım, ben geç kalacağım.
Sokağa adım attığım anda kösele ayakkabılarımın yanmış asfaltta çıkardığı ahenkli ses ile
inşaat kalfalarının keser sesleri birbirine karışmıştı. Her hafta fersah fersah yol gidip ilk günki
gibi aynı heyecanla baktığım yollar, sokağımızın başında fötr şapkasını başından hiç eksik
etmeyen bakkal Rüstem Amca ve hemen karşısında çalı süpürgesi elinden düşmeyen Gülşen
teyzeyi miyoplu gözlerimle seçebilmiştim. Az ilerideki kaynağı kurumuş ve yalağı tahrip edilmiş
tarihî çeşmede çocukluk anılarım birden gözümde canlandı. Çocukluğumdan beri bu yolu belki
binlerce kez yürümüştüm ama yaklaşık iki aydan beri yani Selim ile tanıştığım ve düzenli olarak
her pazar akşamı görüştüğümden beri, hiç bu kadar sabırsız ve bir o kadar da vakarlı bir şekilde
katetmemiştim. Her insanın çocukluk döneminde rol model aldığı bir büyüğü vardır. Benim rol
modelim ise mahalleden İrfan amcaydı. İrfan amca güvercin beslerdi ve onlarca adet güvercine
sahipti ve her bir güvercinine bir isim vermişti. Kuşları çok sevdiğimden midir nedir, içimdeki
kuş sevgisini İrfan amcaya yansıtmış ve İrfan amcayı zihnimde ideal bir insan olarak tasavvur
etmiştim. Bir keresinde başımı göğe kaldırıp ağzımı beş karış açarak takla atan güvercinlere
baktığımda;
-”Nasıl, hoşuna gittiler mi, bir tanesini sana vereyim mi?” diye sordu.
-Olur, ama annem evde bakmama izin vermez. Kuşların tüyleri eve dökülür.
-”Hadi ordan! Annen senin gibi koca tüylü çocuğu besliyor da el kadar güvercini mi
besleyemeyecek?” dedi ve ekledi;
-”Bak çocuğum, güvercinler barışı temsil eder. Sen barış nedir bilir misin?”
-Hayır. Ama yarışı biliyorum. Televizyonda izlemiştim. Bir sürü atlet giyen adamlar
koşarak birbirlerini geçmeye çalışıyorlardı dedim. İrfan amca tütünden sararmış beyaz
bıyıklarının altından derince bir kahkaha atarak;
-”Bu güvercinlerde yarışırlar ama televizyonda gördüğün atletli adamlar gibi koşamazlar.
Bunların yarışı sevinçlerinden takla atmaktır. Barışın ne olduğunu sana bir öğretmen gibi
anlatamam ama kötü şeyler yapmak için televizyonda yarışanlar gibi koşmadığın takdirde barışa
ulaşan ilk insan sen olursun demişti. Bu cümleyi çocuk aklımın verdiği berraklıkla yıllarca
unutmamış ama hiç mi hiç de anlamamıştım.
Ta ki lise çağıma geldiğimde Birinci Cihan Harbi’ndeki yedi düvelin cihanı paylaşmak
için yaptığı o menfur yarışı okuyana kadar.
Durağa yaklaşırken her akşam birlikte otobüs beklediğimiz güvenlik görevlisi Necib’i
durakta otururken gördüm.
Necib, orta yaşlı ama yaşını hiç göstermeyen, müzmin kelliğini başındaki bir tutam
perçemiyle örten, ismiyle müsemma bir insandı. Amirinden çok korkar,bir yandan işe geç
kalmamak, bir yandan da dört çocuğun vermiş olduğu yorgunluktan olsa gerek yarım saat
öncesinde durağa gelir, bu süre zarfında iki üç tane sigara içer, öksürüğü neredeyse bir sonraki
duraktan duyulurdu.
-”Selamünaleyküm Necip ağabey.Erkencisin yine.”
-”Aleykümselam, Mehmetcan.Dört çocuğu sana versek durağa dâhi gelemezsin!”
Gülüştük. Necibin tıynetinde asabîlik ve asîlik yoktu. Barakadan bozma tahta bir köy
evinde 4 çocuklu bir ailenin yoksulluktan gün görmemiş fertleriydi Necib ve ailesi. Birkaç
dakika sonra otobüsün egzoz sesi yan sokaktaki duraktan duyulmaya başladı.
-Necib ağabey! Sefer tasını unutma!
-”Hay sağolasın Mehmetcan!”
Her hafta olduğu üzere aynı otobüs,aynı şoför…Otobüs ki Allah otobüs eylesin!
Belediyeye onca dilekçe yazdık ama ne fayda. Kaç kez tümsekleri çıkamadığımızı, çamura
saplandığımızı, yolda kaldığımızı, pabuçlarımızın aşındığını…Daha bir sürü arzuhal. Validem
anlatırdı. Vakti zamanında rahmetli dedem köyde muhtar imiş. Günlerden bir gün Valilik köye
bir köprü yapmaya karar verir ve fon sağlar lakin yapılan köprü o kadar çürük yapılmıştır ki
Valiliğe defalarca yazılan şikayet mektuplarından cevap gelmemiş. Nihayetinde dedem eline
kalemi almış ve şu üç cümleyi yazmış; “Sayın Valim, Şıh Baba köyüne bir köprü yaptınız emme
köprünün bir ucundan kolumu sokuveriyom diğer ucundan çıkıveriyi.. Kolumuzu kaldıramayan
köprü ayaklarımızı nasıl kaldırıvesin? Kestane kebap acele cevap! Ertesi gün valilik araçları Şıh
Baba köyüne gelir. Köprü güçlendirilir. Otuz yıllık otobüsleri tamir ede ede şeklini şemalini
değiştirerek kullanmak akıl kârı mı? Ben de belediyeye bir dilekçe yazıp;
Reis bey! Köydeki otobüsler rahmetli nenemin tekerlekli sandalyesi ile yarışır oldu
desem nazara alınır mı?
-Bismillah diyerek otobüse bindik. Ağır izmarit kokusu ve ter kokusunun karıştığı
otobüsün koridorunda aynı yere oturdum. Ah bu alışkanlıklar. En ufak nesneyi bile değişmez
insanoğlu! Neden? Alışmaktan efendim…Alışmaktan… Biraz da korku…Alışılmışı bırakamaz
insan, nitekim benim buğulu cam kenarındaki koltuğu bırakamadığım gibi… İşte başımın
üzerinde uzun zamandan beri göz ardı edilmiş, mütemadiyen yanıp sönen bozuk otobüs
lambası… Bir önceki durakta otobüse binen ve özellikle otobüsün koridor tarafında oturan yol
arkadaşım olmaktan ziyade, Necib gibi otobüste koltuk arkadaşım olan kavanoz altı gözlükleri
ile komşu ilçedeki evine giden şirin bir motelde aşçı olarak çalışan Ruhi Amca’yı gördüm.
-”Selamünaleyküm Ruhi amca!”
-Aleykümselam Mehmetciğim, buyur otur.
Ruhi Amcanın sesinde her zamankinden farklı bir titreklik, sürekli tebessüm eden
yüzünde bir elem olduğunu hemen anladım. Tebessümle selamımı alan o canlı sesi gitmiş, yerine
kederli ve tamamıyla yabancı olduğum bir ses gelmişti.
-Hayırdır Ruhi Amca? Karadeniz’de gemilerin mi battı diye sorarak Ruhi amcanın dalgın
ruhunu ve yorgun bedenini uyandırmak istedim.
-Melek-ül Mevt… (*1)
-Efendim?…
-Azrail…
-Kim?…
-Melek…
-Ne olmuş Azrail’e?
Alnından boncuk boncuk dökülen ter damlalarını cebinden çıkardığı kar gibi beyaz
mendili ile silerek, çatlamış dudaklarından, anlam veremediğim, her zamanki rutin
sohbetlerimize konu olan çalıştığı işyerindeki olaylardan, memleket meselelerinden, geçim
derdinden farklı sözler dökülmeye başladı.
-Melek-ül Mevt dediğimiz de huzur kaplar içimizi, Azrail dediğimiz de ise korku ve
ölüm.
-Melekler Allah’ın nurudur.
-Azrail, ölümün elçisi.
-Azrail bir melektir.
-Ölüm, Allah’ın emri…
-Ölümden korkan,Allah’tan korkar.
-Azrail’de nur yok mudur da Azrail’den korkmak nedendir Mehmetciğim?
-Ruhi Amca, kim korkuyor?
(*1) Melek-ül Mevt: Azrail
- Neden korkuyor?
-Azrail nerede? - Kim öldü?
-Ölmedi, melek oldu…
-Azrail gibi mi?…
-Ruhi Amcanın ağzından çıkan meleklerle, akli melekelerinin normal olmadığını
düşünmeye başlamıştım.
Heyecanla ağzından çıkacak bir sonraki cümlesini bekledim.Yutkundu. Susmuştu.
-Ruhi Amca, rica ediyorum, seni bu kadar müteessir eden şey nedir?
Bugün rahmetli kızımın melek oluşunun sene-i devriyesi…İsmi Kiraz’dı. Kiraz
mevsiminde doğmuştu. Doğduğunda yanakları kiraz gibi al aldı. Haddinden fazla ağlar, hiç
uyumaz, gecemizi gündüzümüzü birbirine katardı. Geride kiraz dalları bıraktı. Üç tane torunum
kaldı ellerinden öper. Yıllar su misâli Mehmetciğim… Ergin olmaya başladılar lâkin bende de
artık takat kalmadı. Akranlarım cami avlularında çay içip, namazlarını edâ ederken, ben bu yaşta
halen yerli yabancı onca insanın ağız kokusunu çekerim. İsyan mı ediyorum? Zinhar! On beş
yaşından beri bu kokuya alışığım. Ben torunlarımın istikballerini düşünürüm. Biliyorsun
yaprağını döken kirazlar sıcak bir büyüme mevsiminin ardından kışın belli bir süre dinlenmeye
ihtiyaç duyar. Bu körpeler kızımın sıcak kollarında büyüdüler ben ise zemheride dinlendirdim,
besledim. İstikbalde kurda kuşa yem olmalarından korkarım. Ya ben olmazsam?
-Devlet baba korur kollar onları evelallah Ruhi Amca! Hem sen daha çok uzun süre
yaşayacaksın inşallah!
-Devlet baba, Kirazımı korumakta geç kaldı, dallarını budaklarını nasıl koruyacakmış a
evladım?
-Tasalanma Ruhi Amca, devlet baba, şefkatli kollarını evlatlarına her zaman açar. Yeter ki
devletine, milletine, hürriyetine âşık ol! Vefat eden kızından hiç bahsetmemiştin. Ölüm sebebi
nedir?
-Zulüm…
-Zulüm mü? Ne zulmü? - Koca zulmü… Zulüm demişken, zulüm mü daha acıdır, ölüm mü? Bazen insanın her
gün zulüm göreceğine bir gün ölmesi evlâdır diye düşünmüşümdür. Ben bu zulme ortak oldum
Mehmetciğim. Onu o adı batasıca değil, bu nasırlı eller, bu kirli beden, bu fukara akıl öldürdü.
Henüz on sekiz yaşındaydı… Kiraz gibi yanakları ilk doğduğu günden beri hiç solmadı. Liseyi
yeni bitirmişti. Akranlarının içinde gül yüzüyle hemencecik seçilirdi.
Liseden sonra hukuk okumak istedi. Yaşadığı kazada avukat olarak çalışmak,hem
cinslerinin sesi olmak, her dem mazlumların yanında yer almak isterdi.. Çocukluktan beri bu
onun en büyük şiârıydı. Henüz ilkokuldayken bile ne kendi hakkını başkalarına yedirir ne de
başkalarının hakkına göz dikerdi. Bir gün ara tatilden hemen sonra ona bir çift kırmızı pabuç
almıştım. Gece onunla uyumuş, sabah onunla uyanmış ve büyük bir hevesle giyinerek okuluna
sağ ve sol ayaklarını sırasıyla yere sürerek koşarak gitmişti. Ertesi gün uyandığında kapının
önünden ayakkabılarının çalındığını görmüş. Henüz yaşıtları konuşmayı dahi bilmezken sorup
soruşturup mahallenin en ucra köşesinden bir okul arkadaşının çaldığını anlamış ve
ayakkabılarına kavuşmuştu…
Hak ve hukuk onun için çocukluğundan beri yegâne ilkeydi. O zamanki cahillik mi
dersin, dünyayı tanıyamamak mı dersin veyahut yobazlık mı dersin ne dersen de, mühimi yok
gayrı… Kirazım çürüdükten sonra…
Okutamadım… Okutamadığım gibi ilçe de müteahhitlik yapan ve hâli vakti yerinde olan
Abdullah’ın oğluna hiç düşünmeden verdim…
Zenginliğinden mi diye sorma sakın… Elbette zenginliğinden ve kudretinden.. Herkesi
tanır, her şeye sahip olurdu… Oğlunu tanımıyordum ama Abdullah, yukarıda Allah var,
kadirşinas ve cömert bir insandı. Oğluna,- adı lazım değil adı batasıca- güvenmemin sebebi
Abdullah’dı. Zalimden alim, alimden zalim doğduğunu bilirdim bilmesine amma âlimin en
fukarasının zalimin en varlıklısından bin kat daha makbul olduğunu bilmez idim…
İlk göz ağrımdı. Beline kırmızı kuşak bağlayarak evden çıkarmak hiç mi hiç kolay
olmadı. Babalar yufka yürekli olur derler idi. Babalar yufka yüreklidir lâkin çoğu zaman da
yonga yüreklidir. Yonga yürekli nedir bilir misin? Koskoca bir nesneyi dengede tutabilmen için
o nesnenin altına ufak bir tahta parçası, bir yonga konur. İşte biz de çocuklarımızı dengede
tutabilmek için her zaman doğru yolda olabilmeleri için bir yonga görevi görmeliyiz. Hayatlarına
müdahale etmemek fakat dengede duramayıp sarsıntı yaşadıkları zaman da ufak bir yonga gibi
onları dengede tutabilmek…
Ruhi amca konuştukça nefesi kesiliyor, her cümlesinin başında derinden nefes alıyor
fakat cümlenin ortasında nefesi tükeniyordu. Biraz dinlenmek istediğinden olsa gerek
konuşmasının sonunda senin kız kardeşin var mı? diye sordu kar gibi beyaz mendili ile kırışmış
yüzünü, çizgilerle dolu geniş alnını silerek.
-Bir tane ablam var. Evli. İki çocuğu var Ruhi Amca, ellerinden öper.
-Maaşallah.
Cinayetin sebebini soramamıştım. Eleminin, pişmanlığının ne kadar büyük olduğunu
yüreğimde hissediyordum. Ruhi amcanın gözlerinden iki damla yaş süzülürken…
-”Altı bıçak darbesi almış” dedi…
Aldatılmış Kiraz’ım lâkin yine aldatılmanın bedelini altı bıçak darbesi ile kendisi
ödemiş…
Zenginlik her istediğini yapabilmek midir, her zaman haklı ve güçlü olmak mıdır? Her
istediğini özgürce ve yasalara ve nizamlara riayet göstermeden yapabilmek, her istediğini
hakkaniyete aykırı şekilde alabilmek, zulmedebilmek, güç gösterisi yapabilmek, en lüks hayatı
yaşamak zenginlik ölçütü müdür? Kalın bir cüzdanın cebini ısıtması gibi sıcak ve samimî bir
sevgi de kat be kat yapamaz mı bunu?
İnsanoğlu neden daha çoğuna tamah eder, maddi olan her şeyin çoğu zehir değil midir?
Aşırı yemekten veya şifa niyetiyle alınan aşırı doz ilaçtan öleni görürüz de aşırı sevgiden öleni
neden görmeyiz?
Merhameti, sevgiyi, saygıyı şiar edinmekten daha mı evlâdır, şehvete ve mala düşkünlük?
Ruhi amca bir yonga dahi olamamanın çaresizliği ile harmanlanmış derin bir pişmanlık
duygusu besliyordu. Keşkelerin bir ehemmiyetinin olmadığını diğer yandan keşkeler olmadan da
bir hayatın düşünülemeyeceğini anlatırken sözcüklerinin yavaş yavaş boğazına düğümlendiğini
hissediyordum. Ruhi amca boğazındaki bu düğümleri çözmeye çalışırken cüzdanından eskimiş
ve kömür karasına dönmüş kurumuş kan lekelerinin halen üzerinde olduğu siyah beyaz bir
vesikalık fotoğrafı cüzdanından çıkardı. Merakla başımı eğip vesikalığın kime ait olduğuna
baktım ve Ruhi Amcanın gençliği olduğunu anladım.
-Kanlı entarisinin içinde bulmuşlar. Sen hiç katilinin vesikalığını koynunda saklayanını
gördün mü? Kız çocuklarının babalarına bu kadar muhabbet beslediğini ancak bir kız babası
olduğunda anlarsın Mehmetciğim, lâkin bu vicdan azabını dilerim hiçbir zaman anlamak zorunda
kalmazsın. Mevlâ, düşmanıma dâhi vermesin diyerek yavaşça doğruldu ve otobüsün kapısına
doğru yaklaştı. Nemli gözleriyle, Allah’a ısmarladık Mehmetciğim! dedi. Ardından bakakaldım.
Rahmet mi okusaydım tekrardan ya da basit bir hoşça kal mı deseydim veyahut pişmanlıklarla
dolu bir hayatın zulm ile dolu bir hayattan daha ulvî olduğunu mu? Bir anlık süreçte zihnimde
onlarca soru işareti uyandı. Selâmetle Ruhi Amca…Selâmetle… diyebildim. Ruhi amcanın iç
dünyasında yaşamış olduğu azabı ve pişmanlığı ile o nahif yapısını bir vücuda sığdırmakta ve
anlamlandırmakta güçlük çekiyordum… Otobüsten inmeye yakın derin düşüncelere dalan
zihnim değil de gözlerim olduğunu otobüs şoförünün Evet, son durak! demesiyle anladım. Ağır
ağır otobüsün basamaklarından indim. Ormanlık bir alanda ıssız bir durak olmasına rağmen
hemen hemen bir kilometre ilerisinde kooperatif binaları mevcuttu. Kurumuş patika yoldan
yavaş yavaş yürümeye başladım. Beynimde Ruhi Amcanın o elemli sesi yankılanırken birden
Selim ne yapıyordur şimdi, diye düşünmeye başladım. Selim’in ormanın içinde babadan kalma
iki odalı ağaçtan yapılmış şirin bir çay evi vardı. Babası dünyasını değiştikten sonra Selim,
babadan kalma evi satmış ve ardından burayı yurt edinmişti. Selim ile burada tanışmıştım.
Bakır semaveri, evinin önünden hiç eksik olmaz, derin muhabbeti olanlara muhabbet çayını,
şairin dediği gibi yüreğinden süzerek öyle verirdi.
Patika yolun bitimine yaklaşmamla Selim’i çardağın önünde iki ellerini yana açmış
şekilde gökyüzüne bakarken buldum. - Selamünaleyküm, Üstâdım.
-Ve aleykümselam Azîzim. Hoş geldin.
-Hoş bulduk. Nasılsın Üstad, herşey yolundadır umarım.
-Hamd ü senâlar olsun. Sıhhatimiz yerinde, semaverde çay, çayın yanında muhabbet.
Ne demiş atalarımız, muhabbetten hâsıl oldu bu dünya vesselam…Otobüs yolculuğu
boyunca içimi kaplayan sıkıntı, Selim’in semaverindeki is kokulu çayın buharıyla bir anda yok
olmaya başlamıştı. Nev-i şahsına münhasır bir insandı Selim. Saçları kırlaşmaya başlamış, sert
ve dolgun sakallı, uzun yüzlü ve doğan burunluydu. Zeytin karası gözleriyle karşısındaki insana
baktığı zaman anlamsız bir güven hissi ve samimiyet aşılıyordu.. Çağımızın apolitik, hodbin,
eyyamcı ve dalkavuk unsurlarına karşı kendisini yalıtmak konusunda maharetliydi. Selim’in
vermiş olduğu bu güven ve toplumsal meselelere olan duyarlılığı nedeniyle ziyadesiyle
muhabbet duyuyor, muhabbet duyduğum kadar saygıda da en ufak bir kusur etmemeye
çalışıyordum.
-Görüşmeyeli sen nasılsın Azîzim, dedi.
-Teşekkür ederim Üstad. Mâlum haftasonu olması hasebiyle gün boyu evde pinekledim.
Güne enerjik başlamıştım oysa. Bu mevsim geçişleri bünyemi çok etkiliyor. Memleketimin
dağı,taşı, bir toz zerresi dahi nazarımda bir başka lâkin şu havalar yok mu… Aynı gün içerisinde
muhtelif birçok giyim tarzı görüyorum… Az önce indiğim otobüsteki insanları görseydin, onları
sanki yurdum insanı değil de çeşitli iklimlere ait insanlar olarak tasavvur ederdin.
Lâkin üstadım yine aynı otobüsün içerisindeki onca insanı sana gösterseydim ve
münferiden bu insanların hangisinin daha kederli ve yaslı olduğunu sorsaydım, eminim senin
gibi bir insan kurdu için onu bulmak ziyadesiyle kolay bir iş olurdu.
-Hayrola, seni müteessir eden bir durum mu hâsıl oldu? dedi.
-Şey… Anlatmam ne kadar doğru olur bilemiyorum. Gıybet etmekten imtina ederim.
Hülasa etmek gerekirse yaşadığım semtte ufak bir motelde aşçılık yapan, uzun zamandan beri
tanıdığım bir insanın acısı ve matemiyle geldim buraya.
-Motel mi?
-Evet
-Seyran motelinden mi bahsediyorsun?
-Evet, hiç konakladın mı?
-Hayır.
Selim’in vurgulu bir şekilde hayır cevabı vermesini yadırgamıştım. Hissiyatım, Selim’in
Seyran Moteli ile ilgili bir cemazıyelevvelinin olduğunu söylüyordu. Selim birden bire başını
gökyüzüne kaldırdı ve usulca indirdi. Tedirgin yüz hatları hemencecik kendini ele vermişti.
Dolgun sakallarını ovuşturarak,
-Ruhi bey mi? diye sordu.
-Tanıyor musun diye sorarak, suâline suâl ile karşılık verdim.
-Çocukluğumdan beri… dedi. Semavere doğru yaklaşıp yıkanmaktan eskimiş ince belli
bardaklara çay doldurdu.
-Ruhi beyin kızı Kiraz ilkokul arkadaşımdı. Eşi tarafından hunharca öldürüldü.
Ortaokulda da aynı sınıfta okuduk Kirazla, lisede de.
Selim’in benzinin yavaş yavaş sarardığını görüyordum. Durgunlaşmıştı. Bir hadisenin
olduğunu tahmin ediyor fakat mahiyetinin ne olduğunu bilmiyordum.
-Çocukluk aşkımdı. Her insanın bir çocukluk aşkı olur. Bendeki aşktan da öteye geçti. Saf
ve masum bir sevdaydı. Tüm dünyası oyun oynamak olan bir çocuğun elinden alınan oyuncağı
gibi aldılar elimden. Ama bir fark vardı, gayrı çocuk değildim. Çocukluktan beri tek oyuncağım,
tek gerçeğimdi. Onunla aynı sınıfta okuyabilmek için yaptığım dalavereleri anlatsam buradan
köye yol olur…
-Elinden mi aldılar? Allah’ın emri, Peygamberin kavliyle neden istemedin? - İstemeye mahal bile bırakmadılar…
-Neden? Yoksa Kiraz seni istemedi mi?
-Birbirimizi çok sevmiştik.
-Eee?
-Kiraz liseden sonra okumadı. Gerçeği söylemek gerekirse okutmadılar. Kiraz hukuk
eğitimi almak istiyordu fakat ailesinin ekonomik durumunun zayıf olması nedeniyle okuyamadı.
Liseden hemen sonra Ruhi bey, kızını ahbabı olan Abdullah’ın oğluna verdi. Kiraz,
babasını her kız evlat gibi canından çok severdi. Ailemi yakinen tanıdığı ve benimle ilgili de
anlam veremediğim ölçüde istikbal görmediği için Kiraz’ı bana vermeyi katiyen istemedi.
Birlikte kaçalım dedim. Kiraz, o kadar vicdanlı ve ileri görüşlü bir kızdı ki. Hukuk eğitimi almak
istemesinin en büyük nedenini bu iki yönüne bağlarım. Bir yargıç gibi vicdanı ile hareket eden,
bir savcı gibi soruşturan, hayatı bir satranç tahtasına alıp bir sonraki hamlesini ona göre
yapabilen kabiliyetli bir insandı.
İnsandı diyorum esasında beşer demem gerek. Neticede beşer, şaşar demişler. Babasına
olan bağlılığı,muhabbeti,saygısı, onun gönlünü hoş edebilmek arzusu, sonu oldu. Bir yargıcın
vereceği hüküm de onu en çok yanıltan husus duyguları, telakkisi, dünya görüşü değil midir?
Hülasa bana olan sevdası ile babasına olan sevdasını aynı tartıya koydu ve arzularına,isteklerine
tamamıyla ters olmasına rağmen ağır gelen tartı kefesi altında ne yazık ki ziyân oldu…
-Peki Kiraz evlendikten sonra sen ne yaptın?
-Dua ve şükür ettim.
-Dua ve şükür mü? Ne için? Evlendiği için mi?
-Duayı onun mutluluğu için, şükürü ise hukuk fakültesini kazandığım için.
-Sen bir avukat mısın?
-Hayır. Son döneminde bıraktım fakülteyi.
-Son döneminde mi?
-Evet.
-Son seneye kadar okuyup, son döneminde okulu bırakmandaki sebep neydi?
-Kiraz’ı o kadar çok sevmiş ve kendimi onunla o kadar bütünleştirmiştim ki. Hayatta
yegâne amacı olan hukuk tahsili görme isteğini gerçekleştirememesi, bende büyük bir tesir
yaratmış, onunla yek vücûd olma düşüncesinin vermiş olduğu hırs ve gençliğin vermiş olduğu
enerji ile onun yarıda bıraktığı tahsil hayatını ben tamamlamak istemiştim. Bu sayede onunla
ideallerinde vuslata erecek ve kendimi rahatlatacaktım. Onunla izdivacım bu şekilde
gerçekleşecekti. Bu izdivaç için gece gündüz çalışmaya koyuldum. Nihayetinde muvaffak
oldum. Üniversite sınavını derece ile kazandım ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne
büyük bir ülkü uğruna kaydımı yaptırdım. Kiraz’a sahip olamamanın verdiği elem bende büyük
bir infiale yol açmamıştı. Ona olan sevgim basit, sıradan, içinde nokta kadar kötülük
barındırmayan, derin ve saf bir sevgiydi. Hukuk fakültesinde eğitim görmem ve İstanbul gibi
büyük bir metropol şehirde yaşıyor olmam, birtakım konularda tecrübe kazanmamı sağladı.
Örneğin, varoş mahallelerin insanlarının kültürleri ile yerlilerin kültürlerini karşılaştırarak,
kentlilerin yaşam biçiminin, varoşlardan zahiri olarak modern ama dahilide iptidai olduğunu
görmek gibi… Bu sosyal yapının karmaşıklığı bana hukukun, sosyoloji ve özellikle felsefe ilmi
ile ne kadar ilintili olduğunu ayrıca yurdumuzda ne kadar meşakkatli ve ulvî olduğunu da
gösterdi. Yerlilerin disipliner yönünün ferdiyetçiliğe açılan menfi kapısı ile varoşların kolektif
yaşam tarzları ile kendi kurallar bütününün bu büyük metropolde girift bir toplumsal yaşama
yol açtığını tecrübe ettim. Kadim zamanlarda tüm sosyal bilimler tek bir dalda toplanmış. Felsefe
de. Fakültedeki hukuk tarihi ve hukuk sosyolojisi dersleri ilgimi çok celbetti. Felsefeye ve
mânalar alemine yavaş yavaş yol alıyordum. Hukukun olduğu yerde insan, insanın olduğu yerde
hukuk kaçınılmazdır. Yalnız hayvanatta hukuk olmaz. Fizikî olarak güçlü olanın hakkı olur ve
tüm hakları bünyesinde toplar. Bu yolla türün devamını sağlar ama bunu yaparken kendi türünü
soykırıma uğratacak düzeyde hunharca eylemlere girişmez.
İlmi,ilmek ilmek bünyesine nakşetmeyen ,hayatı dünyevi meşgalelerle idame ettiren ve
toplumu karanlıklara sürükleyen insanlarla haşrolmak yerine bilakis münzevi bir hayatın,
tefekküre daha müsait olduğunda kâni olanlardanım. Akranları arasında muğlak, toplum
içerisinde antipatik eylemlere bürünmenin karşısında insanlığı tenvir eden münevverlere âşık
olmak ne ulvî bir gâye!
Beşeriyeti aydınlatan ışıkların , sönmeye yüz tuttuğu sorgulama yetenekleri zayıf
insanların toplumu şekillendirdiği ve yönlendirdiği bir dünyada, sosyal yaşam alanlarının
yalnızca keyif verici ve idraki zayıf düşüren meşgalelerle dolu olduğunu unutmamalı! Ademiyet
ilme inayet etmediği sürece zillet üzerimizden asla eksik olmayacaktır!
Biz insanlar ise şayet ilme mazhar olmasaydık, bu dünyada nefsanî duygularla kendi
türünü tamamıyla yok edebilecek yegâne tür olabilirdik. Hülasa, ilmi süreç,bana toplumsal
meseleleri irdelememe ve entelektüel yaşam biçimine ulaşmama kapı araladı.
Tüm bu sebeplerden dolayı sosyal mecralardan uzaklaşmaya,tefekkür etmeye,yalnızlığa
temayül ettim. Kısacası inzivaya çekildim… Örgün eğitimi askıya aldığım bu anlarda da ne
yazık ki Kiraz’ın kara haberi ulaştı…
Ve o andan itibaren çarmıhta İsa, Tur Dağı’nda Musa, Hira’da Hz.Peygamber rehberim
oldu.
Kirazla izdivaç etmemiş olmak beni büyük bir buhrana sürüklememişti, bilakis Kiraz’da
bütünleşmek için onun hayallerinde yer alan hukuk eğitimi rüyasını gerçekleştiren idealist bir
insan olmak istemiştim. Kiraz’ın olmadığı bir dünya’da artık hiçbir idealim yoktu. Münzevî bir
hayatın tadına varmış, kendimi toplumdan tecrit etmiştim. Şimdi bu ufak iki göz barınakta az
insan ve çok huzur gayesiyle yaşıyorum. Çoğu insan verdiğim karardan geri dönmem için ısrar
etti. Saygın bir mesleğe sahip olabilir, huzurlu bir hayat sürebilir, toplumca kabul görebilirdim.
Ama yüreğimdeki O’nsuzluk duygusu beni maddi dünyadan izole edip manalar alemine sevk
etti. Bazı zamanlar Kiraz’a karşı yüreğimde beslediğim aşkı,sevgiyi,merhameti Kiraz ile birlikte
toprağa gömmek istedim fakat muvaffak olamadım. Kiraz benim için aşktı, sevgiydi,
merhametti… Bu mefhumları toprağa gömdüğüm takdirde yüreğimde Kiraz’ı
hissedemeyecektim…
Soğumuş çayından bir yudum aldı, Selim tekrardan birden bire başını gökyüzüne kaldırdı
, usulca indirdi ve şu veciz sözleri dudaklarından döküldü;
-Mehmet!
-Selim gibi merhamet,
-Kiraz gibi adalet ehli ol!
Ol ki, merhametle yoğrulmayan adaletin, adalet değil atalet(*2)
olmaktan öte
gidemeyeceğini bil!
Mehmetlerin, Selimlerin, Kirazlar’ın adaletle, merhametle, sevgiyle yoğrulacakları umut
dolu yarınlar için…
(*2) Atalet: İşlemezlik