Kasvetli, ısıran bir soğuk, üstüne üstlük kar yağıyordu ve dışarıda insanların aksırıp tıksırarak bir o tarafa bir bu tarafa kaymamak için dikkatli dikkatli yürüdükleri, ellerini ısıtmak için ovuşturdukları görülüyordu. Meydandaki saat beşi henüz vurmuştu ama hava kararmak üzereydi. Kış günleri çok kısaydı. Hava zifiri karanlıktı. Gün boyu pek aydınlanmamıştı ya zaten. Çevredeki evlerin pencerelerindeki titrek lamba alevleri, yoğun kahverengi havada kırmızı lekeler gibi parlıyordu. Zaten çok az olan sokak lambalarını da kar kapatmıştı. Loş kırmızımsı ışık hakimdi. Kar tüm anahtar deliklerinden, çatlaklardan sızıyordu, üstelik öyle yoğundu ki avlu daracık olmasına rağmen hemen karşıdaki binalar kardan görünmüyordu. Dört günlük bayramın üçüncü günüydü.
Evlerin önleri ve pencereler, çatılardaki bembeyaz kardan pürüzsüz çarşafla, arabaların ağır tekerleri altında ezilmiş çamurlu kar tabakasıyla çelişircesine karanlık görünüyordu; caddelerin kesiştiği yerlerde birbirlerinin üstünden geçen lastik izleri birbirini kesip derin kanallar oluşturuyor, sarımsı çamurun ve buzlu suyun içinde takip edilmesi imkânsız hale geliyordu. Gökyüzü kasvetliydi, dar sokaklara çöreklenmiş pusla buz karışımı pis bir pus kasabanın tüm bacaları tutuşmuş da gürül gürül yanıyormuş gibi kurum yağdırıyordu. Kasabada ucuz kalitesiz kömürün verdiği pis bir kurum kokusu hakimdi.
Al yanaklı, kahverengi, koca göbekli erkek çocukları yanlarından geçen kızlara bulundukları köşe başında sinsi sinsi göz kırpıyor, cilve yaparak kırıtan kızlara laf atıyorlardı.
Soğuk da giderek şiddetlenmişti. Ana caddede, meydanın bir kenarında su borularını tamir eden birkaç işçi, etrafında hırpani adamların ve çocukların toplanıp ellerini ısıttığı, gözleri dalarak baktığı bir tenekede ateş yakmışlardı. Kendi haline terk edilmiş yangın hidrantından damlayan sular surat asar gibi donmuş, insana düşman buza dönüşmüştü. İndirim afişleriyle dolu camekanları sıcacık ışıklarla donatılmış dükkanların önünden geçenlerin solgun yüzleri al al oluyordu. Kasaplarla manavların mesleği şaşaalı bir eğlenceye dönüşüvermişti, satış ve pazarlama gibi sıkıcı kavramlarla alakalan olduğuna inanmak zordu.
Patron iç karartıcı, kutu gibi bir odada her türlü işini yaptırdığı yardımcısına seslendi. “Kâtip, sobaya kömür atma, öğleden sonra kaymakamlıkta verilecek bayram yemeği için erken çıkacağım sen de bugün erken çıkabilirsin”
Kâtip “tamam” dedi. İlk bayram günü izin kullanmıştı ikinci gün işe gelmişti. Zaten bugün evde her yıl olduğu gibi şölen vardı.
Odanın ortasındaki Patron ’un sobasında küçücük bir ateş yanıyordu ama Kâtibin odasındaki çok daha küçüktü, yanan tek bir kömürdü sanki. Kâtip ateşi beslemedi beyaz atkısını boynuna sardı az olan kömür aleviyle kendini ısıtmaya çalışır, ancak hayal gücü çok kuvvetli olmadığından pek başarılı olamazdı. Kâtip üşümüş olmasına rağmen patron ‘dan çok daha sıcak bir insandı.
Hem yönetim binası hem de konut olarak kullanılan hükümet konağı denen kalesinde kaymakam, bir kaymakamın evine yaraşır bir bayram kutlaması için elli aşçı ve kahyasına görev vermişti. Kar daha da yoğunlaştı, hava daha da soğudu. Isırıyor, iliklere işliyordu.
En sonunda işyerini kapatma saati gelmişti. Yerinden nemrut nemrut kalkan patron bu hareketiyle, küçücük odasında oturmuş bu haberi bekleyen Kâtip’e çıkabileceğini belirtti; şapkasını taktı. Kâtip belli belirsiz gülümsedi. Patron paltosunun düğmelerini çenesine kadar iliklerken. Kâtip de hemen yanan sobaları söndürdü. İşyeri çabucak kapandı ve Kâtip belinden aşağıya kadar sarkan beyaz atkısıyla, (paltosu yoktu) lime lime olmuş ince montunu giydi olanca hızıyla evine doğru yola çıktı.
Tüm kasaba halkı bayramın sihirli havasına kendini kaptırmış o aceleci ve heyecanlı halleri, kapılarda birbirlerine çarpışları, satın aldıklarını tezgâhta unutup sonra hızla dönüp almaları, unutkanlıklarına ve yaptıkları hatalara rağmen neşelerini hiç yitirmemeleri. Dükkanlarda çalışanlar da o kadar içten ve candandı.
Ara sokaklardan ve kasabanın isimsiz köşelerinden çok sayıda insan gelip bayram alışverişi yaptılar. Özellikle fırının önünde uzun bir kuyruk oluşturdular.
Aralarında çelikle vurulduğunda bile bir kıvılcım dahi çıkarmayan bir çakmaktaşı gibi sert ve keskin, gizemli, içine kapalı, sivri burnunun ucunu kanca gibi bükmüş, yanakları pörsümüş, yürüyüşünü bile kaskatı yapmış, gözlerini kızartmış, incecik dudaklarını morartmış; Saçlarına, kaşlarına, fırça gibi sakallarına kırağı düşmüş Kâtip de vardı. Fırından beş tane ekmek aldı.
Evlerin önlerinde karları küreyen insanlar şen şakraktı, korkuluklardan birbirlerine sesleniyor, kartopu -sözle yapılan birçok şakadan daha zararsız bir şey- fırlatıyor, hedefi tuttururlarsa kahkahayı koyuveriyor, tutturamazlarsa da dert etmiyor, yine kahkahalara boğuluyorlardı. Kasaplar hala açıktı, manavlarsa ışıl ışıl. Kahverengi, koca göbekli soğanlar yine aynı büyüklükteki patatesler yanlarından geçen kızlara durdukları raflardan sinsi sinsi göz kırpıyorlardı. Üst üste yığılmış elma ve armutlardan piramitler yapılmıştı. Manavlar kışlık kavunları öyle bir asmışlardı ki gelip geçenlerin ağzı sulanıyordu. Öbek öbek kestaneler kokularıyla, kuru yapraklara bata çıka yürünen orman gezintilerini anımsatıyorlardı. Sarı ve turuncu limonlarla portakallara muhteşem bir uyum sağlayan elmalar o kadar sulu görünüyorlardı ki bir an önce eve götürülüp akşam yemeğinden sonra yenilmeyi bekliyor gibiydiler. Kâtip manavın önünde durdu. Elini cebine attı hesap yaptı ve ikişer tane elma ve portakal aldı. Bir avuç da kestane. Evde patates vardı.
Oturma odası, yatak odası, yüklük … Hepsi olması gerektiği gibiydi. Ortadaki masanın yanında altı adet sandalyesi, kenardaki sedirin dar avlu manzarası vardı, sobada küçük bir ateş yanıyordu.
Üstünde iki kez sökülüp dikilmiş ve eskiyen yerleri görkemli duran yamalar ile süslenmiş elbisesiyle Kâtip’in karısı ayağa kalktı, bayram sebebi ile yeni dikilmiş olan puantiyeli elbisesini giymiş kızı da sofrayı kurmasına yardımcı oldu, patates dolu tencereye bir çatal batırdı. Patatesler pişmişti. Kaynayan suda ağır ağır pişmiş patatesleri ezdiler. Süt ile karıştırarak püre haline getirdiler.
Oğlu bayram sebebi ile alınmış şık gömleği ve İspanyol paça pantolonu giydiği için seviniyordu. Bayramın birinci günü arkadaşları ile gezinmeyi pek sevdiği caddede çıkıp herkese caka atmıştı.
Yüklük aynı zamanda mutfak olan kuzinede pişen kuzu tandırın kokusu burunlarına kadar geldi, onu kokusundan tanıdılar, ziyafeti hayal ederek masaya oturmaya hazırlanırken anneleri “sevgili babanız nerede kaldı acaba?” Diye sordu. Babaları elinde mis gibi kokan taze ekmekler ile içeri girdi.
Masanın etrafına sıralandılar. Evin hanımı kuzine de nar gibi kızararak pişmiş kuzu tandırı tören havasında sofraya getirdi. Bayramın ikinci günü sosyete mahallesinden bir hanım şoförü ile onlara kurban etinden ayırdıkları kuzu butunu yollamıştı. Eti bir gün dinlendirmiş ertesi gün pişirmeye başlamıştı. Yaklaşık üç buçuk saat odun ateşinde pişirilmişti.
Öyle bir heyecan içindeydiler ki kuzu dünyada en nadir bulunan hayvanmış sanırdınız. Bu ev için öyleydi tabii. Yılda bir kez bayramda bu sofra kuruluyor ve sonunda tabaklar dolduruluyordu. Kâtibin karısı bıçağı gözleriyle takip ederek kuzuya saplamaya hazırlanırken derin bir sessizlik oldu ve eti kestiğinde dört gözle beklenen iç malzemesi -üzümlü pilav- dışarı döküldüğünde tüm masadan hayranlık sesleri yükseldi. Kızı alçak sesle içinden “Yaşasın!” dedi. Yemek bitince Kâtip şükür duası yaptı.
Bir senedir böyle bir yemek yememişlerdi. Kâtip dünyadaki en lezzetli kuzu etinin bu olduğunu söylüyordu. Yumuşaklığı ve tadı, boyutu ve bayramda eve hayırsever komşuları tarafından verilişi masada en çok konuşulan konu oldu. Patates püresi ve iç pilavla birlikte tüm aileye yetecek kadar yemek çıkmıştı. Herkes doymuştu. Yemek tabakları kaldırıldı. Kâtibin eşi masaya yeni tabaklar dizerken kızı odadan çıkarak sütlaçları getirmeye gitti. Ailelerinin yegâne sermayesi olan tek keçilerinin sütü ile yaptıkları sütlaç. O kadar lezzetliydi ki!
En sonunda yemek bitti, masa kaldırıldı, ocak temizlendi ve ateş yenilendi. Masaya elmalarla portakallar geldi, ateşe de kestaneler atıldı. Sonra tüm aile ocağın çevresine geçerek yarım çember olan bir halka oluştular.
Elinde sıcak çaydanlık ile içeri gelen anne bir çay bardağına sıcak su koydu bu suyu diğer bardaklara aktardı. Çaydanlıktaki çay bu bardaklara pay edildi içilmeye başlandı. Çay altın kupalarda içilse bile aynı keyfi vermezdi. Kâtip çayı büyük bir neşeyle yudumladığı sırada ateşte pişen kestaneler çıtırdıyordu. Kâtip, “Hepimize iyi bayramlar” dedi. Yılda bir defa yapılan şölen sona ermişti.
Kâtip herkes yattıktan sonra sokağa çıktı. Uzun bir geceydi, tek bir geceyse tabii, vakitten pek emin olamıyordu çünkü tüm bayramlar bir araya sıkıştırılmış da bir gecede yaşanıyormuş gibi hissediyordu. Genel olarak her bayram aynı olay tekrarlanıyordu.
Yolda uzun cüppeli kukuletalı bir adamın ileriden kendisine doğru geldiğini gördü. Kâtip adamın cübbesine bakarak, cübbesinden fırlıyormuş gibi görünen bir şey gördü. “Bu ayak mı? Sopa mı? Kalın bir sopa olabilirdi mesela” dikkatle baktı.
Adama “baksana” dedi. Cüppenin altını işaret ederek “bunlar ne?” Sana ait olmayan ve cübbenden fırlıyormuş gibi görünen bir şey görüyorum. Bu ayak mı, sopa mı?” diye sordu. Adam “bir deri bir kemik,” dedi üzüntüyle. “Bak!” Cübbesinin altından perişan, korku dolu, sefil görünen iki çocuk çıkardı. Çocuklar ayaklarına kapanıp cübbesine tutundular. “Bak! Şunlara bak! Aşağıya bak!” diye bağırdı adam. Bir kız ile bir oğlandı bunlar. Soluk benizli, çelimsiz, bakımsız, çatık kaşlı, yabani çocuklardı ama tevazuyla yerlere kapanıyorlardı. Zarif ve alımlı olmaları, gençlikle dolup taşmaları gerekirken, yaşlanmanın eli gibi yaşlı ve iskeleti çıkmış bir el onları tutmuş, kıvırmış ve lime lime etmişti. Meleklerin taht kurmuş olması gereken kalplerinde iblisler dolanıyor, gözlerinden tehditkâr bakışlar atıyorlardı. Hayret verici yaratılışın tüm gizemleri arasında, hatta insanlığın en bozulmuş, değişmiş ya da çürümüşleri arasında bile böylesine korkunç yaratıklar yer almıyordu. Kâtip irkilerek bir adım geri attı. Ne hoş çocuklar olduğunu söyleyecekti ama karşısında böylesi çocuklar varken böyle büyük bir yalana dili varmadığından sözler boğazına dizildi. Adama, “bunlar senin çocukların mı?” diye sorabildi sadece. “İnsanlığın çocukları,” dedi adam onlara bakarken.
“Oğlanın ismi Cehalet. Kızınki ise Sefalet. İkisinden de onlar gibilerden de uzak dur ama özellikle bu oğlandan çünkü kaderinde kıyamet var; o alın yazısı silinmedikçe ondan uzak dur. Ona yol verme!” diye bağırdı ellerini kasabaya doğru uzatırken. “Onun sözcülerini kötüle! Yok eğer onu bencil amaçlarına alet edersen, gör felaketleri. Sonra da sonun gelmesini bekle!” Saat on ikiyi vurdu.
Kâtip adamı ve çocukları görmek için etrafına baktı ama boşuna…
(*) Charles Dickens’in bir Noel şarkısı adlı kitabından kurgulanarak yazılmıştır.
18.01.2025
Şevket M. Oğuz