Özgürce sokaklarda dans edebilmek için,
Sevdiklerimizi öpmekten korktuğumuz için,
Kız kardeşim, kız kardeşin, kız kardeşlerimiz için,
Paslı zihinleri yenilemek için,
Utanç için, parasızlık için, normal bir hayat hasreti için,
Çocuk işçilerin kayıp hayalleri için,
Bu diktatör ekonomi için,
Soluduğumuz bu kirli hava için,
Valiasr caddesi ve onun yıpranmış ağaçları için,
Nesli tükenmekte olan Pirouz için,
Katledilen masum sokak köpekleri için,
Önüne geçemediğimiz tüm gözyaşları için,
Tekrar eden tüm bu görüntüler için,
Gülen bu yüzler için,
Tüm öğrenciler ve onların geleceği için,
Zorunlu bırakıldığımız bu cennet için,
Hapisteki aydınlar için,
Mülteci çocuklar için,
Tüm bu içinlerin tekrarlanmaması için,
Tüm bu anlamsız sloganlar için,
Yerle bir edilen yuvalar için,
Huzur hissi için,
Uzun karanlık gecelerden sonra gün doğumu için,
Sakinleştirici ve uykusuzluk hapları için,
İnsan vatan ve ferah için,
Erkek olarak doğmayı dileyen kız için,
Kadın yaşamı ve özgürlüğü için,
İranlı şarkıcı Shervin Hajipour’un seslendirdiği Baraye isimli şarkı
Bir zamanlar, umudun ve dayanışmanın unutulduğu karanlık bir ülke vardı. Bu ülkenin sokaklarında insanlar sevdiklerini korkuyla öper, düşüncelerini fısıltılarla paylaşırdı. Herkes, umudun bir daha doğmayacağını düşünürdü.
Bu karanlık ülke, insanları birbirine yabancılaştırmıştı. İnsanlar birbirine güvenmeyi unutmuş, her şeyden önce korkuyu öğrenmişti. Sevinç ve neşe, yasaklanmış duygular gibiydi. Tüm duvarlarda ve TV’ler de belli belirsiz ama tehditkâr sloganlar vardı: “Sorgulama.” “Boyun Eğ.” “Unut.” Bu sözler, insanların zihnini birer kafese hapsetmiş gibiydi.
Ekonomi, bir zamanlar hayal edilen zenginliklerin aksine, sadece bir avuç kişinin elinde parlayan bir pranga haline gelmişti. Çocuklar okula gitmek yerine atölyelerde yoruluyor, hayalleri kurşun gibi ağırlaşıyordu. İnsanlar sevdiklerinin gözlerine bakarken bile bir korku taşır olmuştu; doğru kelimeyi yanlış yerde söylemek bile tehlikeli olabilirdi. Ve doğa, bu karanlığın sessiz kurbanlarından biriydi. Valiasr Caddesi’nin ağaçları, umutsuzluğun sembolü gibi kuruyup çatlamıştı.
Ama bir gün, genç bir adam ortaya çıktı. Adı Shervin’di. Onun adı kadar büyük hayalleri vardı; özgürce dans edilen, çocukların mutlulukla güldüğü, gökyüzünün kirden arındığı bir dünya… O, yalnızca kendi hayallerinin değil, herkesin hayallerinin sesi oldu. Gitarını alıp bir şarkı yazdı; barış, umut ve özgürlük için yankılanan bir şarkı. Shervin’in sesi, yalnızca kelimelerden ibaret değildi, onun sesi bir çağrıydı; çocuk işçilerin kayıp hayalleri, zorbalığın altında ezilen kadınlar, kirli zihinlerden arındırılması gereken bir dünyaya…
Shervin’in şarkısı rüzgâr gibi yayıldı. Valiasr Caddesi’ndeki eski ağaçların arasında yankılandı, dağların doruklarına ulaştı. İnsanlar sokaklara döküldü, ellerinde fenerler, yüzlerinde umutla. Birbirlerinden korkan insanlar, el ele tutuşmaya cesaret etti. Birbirlerine özgürlüğün değerini hatırlattılar.
Sonunda şarkı, yalnızca bir melodiden daha fazlası oldu. O, değişimin simgesi, bir halkın yeniden doğuşunun başlangıcıydı. Shervin’in şarkısı, karanlık geceleri aydınlattı, yalnızca bir ülkeye değil, insanlığa huzur ve umut getirdi.
Shervin’in sesi, yalnızca bir umut çağrısı değil, aynı zamanda unutulmuş hikayelerin bir yankısıydı. Bir zamanlar gökyüzüne bakıp hayal kuran çocuk işçiler, şarkının melodisinde kendilerini buldu. Pirouz’un, nesli tükenmekte olan son çita yavrusunun yaşadığı her nefes, bu şarkının içine saklanmıştı. Masum sokak köpeklerinin sessiz çığlıkları, Shervin’in gitarından gelen titreşimlerle yankılanıyordu.
Sokaklarda sessizlik yerini kahkahalara bıraktı. İnsanlar, geçmişin ağırlığını bir kenara bırakıp hayatın her anını kutlamaya başladılar. Valiasr Caddesi’nin yıpranmış ağaçları bile yeniden filizleniyor gibiydi; insanların özgürlük için verdikleri mücadele, doğaya bile umut getirmişti. Şarkı öylesine güçlüydü ki, hapisteki aydınlar bile daracık hücrelerinde kendilerini özgür hissettiler. Onların yazdıkları kitaplar, şiirler ve fikirler, bu şarkıyla yeniden can buldu.
Shervin’in şarkısı yalnızca bir ülke sınırında kalmadı. Mülteci çocukların neşesiz kamplarına ulaştı, onlara hayatın güzelliklerini hatırlattı. Bu şarkı, tüm dünyada yankılanırken, insanlar birbirlerine bakıp “Bizim de bir şarkımız var,” dediler. Karanlık geceler yerini uzun, parlak gün doğumlarına bıraktı. İnsanlar sevdiklerine daha sıkı sarıldı, sokaklarda özgürce dans etmeye cesaret etti.
Ve en önemlisi, şarkının sonunda herkes bir şeyi öğrendi: Özgürlük sadece bir kavram değil; uğruna mücadele verilen, nesiller boyunca korunması gereken bir yaşam biçimiydi. Shervin’in şarkısı artık herkesin dilinde dolanıyordu. Ama bu sadece bir şarkı değildi—bir direniş, bir uyanış, bir yeniden doğuştu.
Shervin’in etrafında farklı yaşam hikayeleriyle, ortak fikirleri aynı olan gençler toplandı. Onlardan biri, görev verilmeyen öğretmen Emir Ali. Emir Ali, çocuklara umut ve bilgi aşılamak için yıllarca beklemiş fakat atanamayınca baskılar nedeniyle mesleğini bırakmak zorunda kalmıştı. Şimdi ise Shervin’in şarkısıyla yeniden cesaret bulmuş ve eline aldığı eski laptopu ile sokaklarda ders anlatmaya başlamıştı; ama bu kez dersleri özgürlük üzerineydi.
Bir diğer karakter ise henüz on dört yaşında bir çocuk olan Farzad’dı. Ailesine destek olmak için küçük yaşta işçilik yapan Farzad, Shervin ‘in şarkısında hayallerini bulmuştu. Bir gün yanına gelip, “Abim, şarkında bahsettiğin güzel günleri ben de görmek istiyorum,” demişti. Bu küçük çocuğun kararlılığı, Shervin’e daha da güç verdi.
Bir de Reza vardı; on yedi yaşındaydı, Valiasr Caddesi’nin yıpranmış ağaçlarından birini kurtarmak için köklerine su taşıyan, sessiz bir doğa savunucusu. Reza’nın hikayesi, yalnızca doğanın değil, aynı zamanda insan ruhunun iyileşebileceğini de gösteriyordu.
Shervin’in şarkısı, bu gençlerin hikayelerini ortak bir potada eritmişti. İnsanlar sadece müziği dinlemiyor, o müziğin bir parçası oluyorlardı. Emir Ali’nin laptopu, Farzad’ın hayalleri ve Reza’nın su taşıdığı kökler… Hepsi, Shervin’in şarkısının melodisinde birleşiyor ve yeni bir dünyanın temel taşlarını oluşturuyordu.
Shervin’in ülkesi, bir zamanlar neşenin, mutluluğun, doğanın ve dostluğun evi olarak biliniyordu. Ancak yıllar içinde bu ülke, içindeki hayalleri yutan karanlık bir gölgeye dönüştü. Gökyüzü, sürekli asılı duran gri bulutlarla kaplanmıştı. Ağaçlar, dallarındaki yaprakları birer birer kaybediyor, kuşlar bir daha geri dönmemek üzere bu topraklardan uçup gidiyordu. Sokaklarda sessizlik hâkimdi; sadece yorgun ayak sesleri ve arada sırada yankılanan uzak siren sesleri duyulurdu.
Ancak Shervin, bu karanlık içinde bir ışık taşıyan kişiydi. Onun şarkısı, bu kasvetli atmosferi yırtan bir şimşek gibi parladı. İnsanlar bu şarkıda, karanlığa karşı mücadele etme cesaretini buldu. Şarkı, suskun dudakları konuşturdu, yere eğilmiş başları kaldırdı. Sokaklarda yankılanan melodiler, duvarlardaki tehditkâr sloganları bile susturmuştu.
Ve belki de en önemlisi, Shervin’in şarkısı ülkenin karanlık geçmişini bir daha unutulmayacak şekilde ortaya koyuyordu. İnsanlar, önce bu karanlığı kabul etmeyi ve sonra ona karşı direnmenin önemini anladı. Bu ülke, karanlığın içinden çıkan özgürlük notalarının yankısıyla yeniden şekillenmeye başlamıştı.
Karanlık ülkenin kadınları, sessiz bir mücadele içindeydi. Bu ülkede kadın olmak; hayalleri, hakları ve hatta bazen sesini bile kaybetmek demekti. Ancak bu kadınlar, sessizce savaşmayı öğrenmişlerdi; çünkü en küçük bir itiraz bile zincirlerin kırılmasında bir adım olabilirdi.
Kadınlardan biri, adı Kaveh olan bir terziydi. Gündüzleri zorunluluktan boyun eğmiş gibi görünse de geceleri bir direnişin sembolü haline gelmişti. Kadınların ceplerine, kimsenin fark etmediği küçük kelebek motiflerini işledi. Bu kelebekler, özgürlüğü simgeledi ve terzihanede Kaveh ’in fısıldadığı bir cümle dilden dile dolaştı: “Bu kelebekler bir gün uçacak.”
Bir başka kadın, Ronin, gazeteciydi. Kalemi elinden alınmış, yazıları susturulmuştu. Ama o, hikayelerini sokaklara nakış gibi işledi; gecenin karanlığında duvarlara özgürlük mesajlarını yazarken, bir yandan da bir halkın unutulan hikayelerini yeniden hatırlatıyordu. “Hapiste olsak bile, fikirlerimizi zincire vuramazlar,” derdi.
Ve Minâ… Minâ, genç bir öğretmendi. Köylerde çocuklara okuma yazma öğreterek bir nesli karanlıktan çekip çıkarmaya çalışıyordu. Fakat onun asıl öğretisi, çocuklara hayal kurmayı öğretmekti. Onun anlattığı hikayeler, bu karanlık ülkenin en uzak köşelerine bile umut taşıyordu. “Hayal kurmak özgürlüktür,” derdi Minâ, her dersi bitirdiğinde.
Bu kadınlar, birbirini hiç tanımamıştı. Ama hepsi aynı hedefe doğru yürüyordu: Sessizliğin hüküm sürdüğü bir ülkede, seslerini duyurmak için kendi yollarını yaratıyorlardı. Shervin’in şarkısı, onların hikayelerini bir araya getiren bir yankı oldu. Kadınlar artık yalnız değildi; kelebekler uçmaya, duvarlara yazılan mesajlar haykırmaya ve hayal kurmayı öğrenen çocuklar umudu yaşamaya başlamıştı.
Karanlık ülkenin kadınları, zincirlerini kendi elleriyle kırmaya başlamıştı. Onlar, bir halkın yeniden doğuşunda en güçlü bağları oluşturdular. Ve onların hikayeleri, ülkenin geleceğinin temel taşları haline geldi.
Kaveh – Kelebeklerin Annesi:
Kaveh, küçücük terzihanesindeki dikiş makinesi sesi arasında, hayal kurmayı unutmamış bir kadındı. Onun elleri, yalnızca kumaşı değil, hayalleri de şekillendiriyordu. Kelebek motiflerini işlerken, her bir kelebek Kaveh için bir özgürlük hikayesiydi. Zamanla müşterileri onun işlediği kelebeklere anlam yüklemeye başladılar; kelebekleri taşıyan kadınlar artık başlarını dik tutuyor, kendi sessiz direnişlerini taşıdıklarını biliyorlardı. Ama Kaveh’in yalnızca kelebekleri değildi güçlü kılan; onun kendisi, bakışlarındaki kararlılık ve geçmişine rağmen sahip olduğu umut bu ülkenin kadınlarına cesaret veriyordu. Gençliğinde baskılar nedeniyle ailesini kaybetmişti, ama onun yüreği nefrete yer vermemişti. Her bir dikişinde, daha iyi bir dünya yaratma hayalini saklıyordu.
Ronin – Sessiz Fikirlerin Yankısı:
Ronin, fikirlerinin susturulduğu gün, kalemini yalnızca bir araç olarak görmeyi bırakmıştı. Artık fikirlerini, insanların ruhlarına işlemek için yaratıcı yollar arıyordu. Geceleri sokağa çıktığında, cebindeki küçük taşlarla duvarlara özgürlük mesajları bırakıyordu. Ama onun sessiz kahramanlığı burada bitmiyordu. Ronin, şehirdeki terk edilmiş kütüphaneyi bulmuş, orayı bir direniş merkezi haline getirmişti. Duvarlarına yasaklanmış kitapların ilk cümlelerini yazmış, raflarını karanlıkta bile parlayan umut mektuplarıyla doldurmuştu. Bu kütüphane, gençlerin bir araya gelip direnişi sessizce öğrendiği bir yer haline gelmişti. Ronin ’in hayatı boyunca öğrendiği en önemli şey, fikirlerin zincirlere hapsedilemeyeceğiydi. İnsanlar onun duvarlara yazdığı bir mesajla umudu buldu: “Sözlerimizi fısıldamayacağız, çünkü yıldızlar bile sessizlikte parlamaz.”
Minâ – Hayal Tohumlarını Eken Öğretmen:
Minâ, köylerde öğretmenlik yaparken çocukların gözlerinde hayallerin kaybolduğunu fark etmişti. Ama Minâ, onların dünyasına hayallerin tohumlarını ekmek için oradaydı. İlk başta çocuklar ona çekingenlikle yaklaştı. Ancak Minâ, her dersin sonunda masallar anlatmaya başladı: Prenseslerin kendi hayatlarını kurtardığı, köylerin baskıları yıkıp özgürlüğü bulduğu masallar. Çocuklar ona daha çok bağlandılar. Onun masalları, yalnızca çocuklara değil, köydeki yetişkinlere de ilham verdi. Zamanla Minâ’nın sınıfı dolup taştı; anneler ve babalar da onun masallarını dinlemeye geldi. Minâ’nın hayali sadece bir sınıfı özgürleştirmek değil, bir neslin zihnini karanlıktan kurtarmaktı. O, çocuklara şunu öğretiyordu: “Hayallerinizi sizden kimse alamaz. Onları koruyun ve bir gün gerçeğe dönüştürün.”
Birleşim Köyü:
Karanlık ülkenin doğusunda, tepelerin arasında sıkışmış küçük bir köy vardı: Birleşim Köyü. Bu köy, her türlü baskıya direnen bir sığınak gibiydi. İnsanlar, yıllar içinde dayanışma içinde yaşamayı öğrenmişti. Köyün meydanında yer alan dev bir ağaç vardı; insanlar bu ağacı, umutlarının simgesi olarak görüyordu. Ağacın altında her akşam toplanır ve özgürlük hayallerini paylaşırdı. Kaveh, kelebek motiflerini buradaki kadınlara öğretmek için köyü sık sık ziyaret ederdi. Kadınlar onun motiflerini kendi el işlerine ekler, bu sembollerle umutlarını sessizce yayıyorlardı.
Gizli Kütüphane:
Ronin ‘in önderliğinde, terk edilmiş bir binadan dönüştürülen Gizli Kütüphane, artık halkın bilgiye ve ilhama erişebildiği bir yerdi. Duvarlarda yasaklanmış kitapların ilk cümleleri yazılıydı ve raflarda herkesin paylaşması için elden ele geçen mektuplar vardı. Gençler burada bir araya gelir, fikirlerini paylaşır ve karanlık ülkeye karşı nasıl direnebileceklerini tartışırlardı. Mina, köylerden topladığı çocuk masallarını buraya getirir ve hayal kurmanın gücüne dair hikayeler anlatırdı. Ronin’in kütüphane fikri, köydeki ağaç gibi bir dayanışma ve bilgi merkezi haline gelmişti.
Valiasr Direnişi:
Valiasr Caddesi, karanlık ülkenin en hareketli ama en sessiz yerlerinden biriydi. Uzun yıllardır, üzerindeki eski ağaçların yaprakları dökülmüş ve caddenin ihtişamı yok olmuştu. Ancak Kaveh, Ronin ve Minâ’nın çabaları Valiasr Caddesi’nde yankılanmaya başladı. Kadınlar, ağaçları sulamaya ve bakım yapmaya başladı. İnsanlar önce bu hareketleri anlamlandırmakta zorlandı ama sonra katılmaya başladılar. Caddede ilk defa kahkahalar duyuldu; çocuklar sokaklarda oyun oynuyor, anneler kucaklarında bebekleriyle şarkı söylüyordu. Valiasr Caddesi, bir halkın yeniden doğuşunun sembolü haline geldi.
Yeraltı Melodileri:
Kaveh, kelebeklerle umudu simgeliyor, Ronin fikirleri yayıyor, Minâ ise çocuklara hayal kurmayı öğretiyordu. Ancak onların direnişi başka bir yolla birleşti: müzikle. Shervin’in şarkısı, bu hikâyeyi anlatan bir nota haline geldi. Şarkının sözleri, köyden köye, caddeden caddeye yayıldı. Genç müzisyenler, gitarları ve davullarıyla bu melodileri çalıp söylediler. İnsanlar bu şarkıyı dinlerken cesaret buluyor ve kendi hikayelerini şarkıya ekliyordu. Artık bu melodiler, karanlık ülkenin her köşesinde yankılanıyordu; sadece bir direniş değil, yeni bir kültür yaratıyordu.
Bir gitarın tınısıyla başlayan şarkı, caddeden caddeye yayılan bir direniş marşı haline gelmişti.
Artık bu şarkı sadece bir melodi değil, tüm halkın birbirine dokunduğu, cesaret bulduğu ve kendi hikayelerini eklediği bir rüyaydı. Karanlık ülkenin her köşesini bir araya getiren; yeni bir kültür, yeni bir yaşam biçimi oluşturuyordu. Herkes biliyordu ki bu bir son değil, bir başlangıçtı. Ve güneş, belki de ilk kez bu kadar parlak doğuyordu. Uzun karanlık gecelerden sonra nihayet özlenen güneş doğmuştu.
05.04.2025
Şevket M. Oğuz