
Egonun gürültüsü vardı bilgenin sessizliği,
Kazandığını zanneden bütün kaybedenler,
Gürültüye kulak verdiler.
Merhaba, sizlere önce kendimi tanıtayım. Ben yıllarımı üniversiteme adamış bir akademisyenim. Aylardan beri çevresel kimyasal kirliliğin önlenmesi projesinde hummalı bir çalışma içerisindeyiz. Bizler Dünya bankasının kredisi ile oluşturulan fondan yararlanılarak çevrecilere saçtığı parayla dünyanın dört bir tarafını dolaşıp gerçekleşmesi imkânsız projelerle milleti oyalayan akademisyenleriz. Neyse bu kadar yeter şimdi asıl hikâyeme başlayayım.
Odamda, ayaktakımındakilerin – tam da bu tabiri kullanıyorum-Dünyasına açılan geniş iki pencere var. Pencereler ışıltılarla dolu yaşadığım şehre bakıyor. Yüzlerce ana sokak, arka sokak, basık küçük evler, apartmanlar, ileride gökdelenlerdeki işyerleri olan şehre. Dünyanın en büyük ve kalabalık şehirlerinden biri sayılan bu şehre “dünyanın gelini” deniliyor. Dünyanın gelini, odamın arkasında nefes alıyor ve yaşıyor. Burada, odamın köşesinde gözlerimi yumduğum an şehrin gölgesi beni karamsar gökdelenleriyle, evleriyle kuşatıyor.
Etrafı sessizlik ve karanlık sardı. Odamdaki lambayı yakmadım. İş dönüşü yemekten sonra karanlıkta oturmak hoşuma gidiyor. Karanlık, bu yoğun akışkan madde her yere ve her şeye sızıyor. Ona alıştım. Karanlıkta kayıp düşüncelerim, unutulmuş korkularım, beynimin köşesinde fikirler yeniden canlanıyor. Bu şehir üzerime kâbus gibi çöküyor. Yatağıma gittim.
Gece epey geç bir saatte uykuya daldım. Rüyamda kendimi bir kasabanın sokaklarında gördüm. Kasabadaki evlerin prizma, koni, küp gibi geometrik şekillerde küçük pencereleri vardı. Kapıların ve pencerelerin üzerini begonviller sarmıştı. Özgürce dolaşıyor ve nefes alıyordum. Kasabanın insanları rahat bir yaşam sürüyorlardı. Hiçbir şey için acele etmiyorlardı. Sabah uyandım.
Salzburg’dan gelen heyet yine her zamanki gibi bir sürü evrak istedi. Şehrin caddeleri, şehre egemen olan resmi atmosfer ve dünya bankasının dayattığı kurallar zincirinden iyice sıkılmaya başladım. Hiçbir yaratıcılığımın kalmadığı bu ortam ruhumu boğuyor. Çevreye duyarlı projeler için gereken izinler, fonlar destekler, bürokrasinin ağır işleyen çarklarında kayboluyor. Her seferinde aynı olaylar tekrar ediyor.
Her gün, araya karbon kâğıdı konulmuş günler yaşantılar…
Hayatım tek bir mevsim olarak geçiyor, odamın dört duvarı arasında, hayatıma ve düşüncelerimin etrafına çekilen bu hisarda hayatım tıpkı bir mum gibi parça parça eriyor. Hayır, yanlış söyledim. Ocağın kenarına düşmüş yaş odunun, diğerlerinin ateşiyle kavrulup kömürleşmesi -ama ne yanmış ne de yaş kalmış halde- sadece diğer odunların dumanı ve nefesiyle boğulması gibi. Etrafımdaki ayaktakımının beni boğması gibi. Odamın penceresinden dışarı bakmaya ya da aynada kendimi seyretmeye korkar haldeyim. Beni dışarıda gören kırgın ve nahif bir orta yaşlı adam olarak görür ama ben aynaya baktığımda ak saçlı, kızarmış gözleriyle ve yaşlılık izleri ile dolu suratıyla, kamburu çıkmış bir ihtiyar görüyorum.
Bir üzüm salkımının sıkılmışı halindeyim. Başımın üzerindeki şu bir parça gri gökyüzü, üzerinde durduğum bir avuç toprağın nereye ait olduğunu bilmiyorum. Hiçbir görüntüye güvenim kalmadı.
Nereden başlamalı? Aklıma alelacele gelen fikirler, şu ana ait, saati, dakikası, tarihi olmayan fikirler…
Geçmiş, gelecek, saat, gün, ay, yıl benim için aynı. Çocukluk, yaşlılık gibi farklı evrelerde benim için boş sözlerden başka bir şey değil. Bunlar sadece sıradan insanlar, ayaktakımı için, öyle ki bunların hayatları yılın mevsimleri gibi belirli bir sınıra sahiptir. Yılın mevsimleri gibi, tekdüze yerlerde geçen bir hayat. Ama benim hayatım tek bir mevsim, tek bir hal üzerine geçip gitmekte olan hayatım böyle devam etmeyecek.
Bu mesleğe ve hayata devam ederek yaşayamayacağımı anladım. Hayatımı kökten değiştirmeye karar verdim. Bu evde bir dakika daha kalırsam boğulacağımı hissettim. Birkaç parça çok gerekli eşyamı ve hafta sonları ormanda spor olsun diye bindiğim bisikletimi yanıma aldım. Su gibi benzin yakan büyük bir hevesle aldığım, sabaha karşı herkesin derin uykuda olduğu saatlerde bomboş caddelerde akıl almaz hızla sürdüğüm Range Rover SV cipimle havaalanına gittim. Bu arabama son binişimdi.
Uçağa bindim ve doğruca babamın vaktiyle üç otuz paraya satın alıp unuttuğu, okaliptüs ve keçiboynuzu ağaçlarıyla dolu, neredeyse uçsuz bucaksız, denize sıfır harika araziye gittim.
Arkadaşımı aradım ona otoparkta anahtarı üzerinde bulunan arabamı satıp parasını yollamasını istedim. Arkadaşım benim yeni bir hayat kuracağıma inanamadı. Ona “bir daha araba kullanmaya niyetimin olmadığını” söyledim. Çünkü babamın arazisinin yolu yoktu.
Kolları sıvadım, doğal taş kullanarak kendi ellerimle küçük bir ev yaptım. Adını da küçük ev koydum. Kendi ellerimle yaptığım küçük evimde zamansız Robinson Crusoe gibi yaşamaya başladım. Sentetik maddeler kullanmıyordum, kendi kazdığım kuyudan su çekiyor, elektriğe ihtiyaç duymuyordum, yetiştirdiğim sebze ve meyveyle, yakın köylerden aldığım ekmek, süt ve yumurtayla besleniyordum. Çağdaş dünyadan kendi doğal dünyama kabul ettiğim tek şey kitaplar ve dergilerdi. Haftada birkaç gün bisikletimle kırk kilometre yol yaparak kasabaya gidiyordum, doğal hayat ve çevre odaklı yabancı dergiler için İngilizce ve Fransızca yazdığım yazıları postalıyor, ısmarladığım yayınları alarak, kulübeme dönüyordum. Çevre ve doğal hayat felsefesi üstüne yazdığım yazılar giderek ilgi görmeye, ziyaretçilerim artmaya başladı.
Başladığım başka hayatta sabah yataktan kalktıktan sonra yapmam gereken görevleri yerine getirmek bir mutluluktu. Burada, hava alabildiğine hafif, serinlik alabildiğine hoş olurdu, yaşamak hiç güç gelmezdi, huzur sanki içime işlerdi.
Şehirde çıplak gözle göremeyeceğim tüm gezegenlerin gece gökyüzünde parladıklarını gördüm. Gün batımından sonra batıda yan yana parıldayan Satürn ve Venüs, doğuda Jüpiter ve en parlak zamanlarında Mars. Dürbünümle tepede Neptün ve Uranüs, gökyüzünün en parlakları Orion, Sirius, turuncu dev Aldebaran, Ülker… Gece yarısından sonra da ay ve meteor yağmuru.
Ben şehirdeyken ayaktakımı doğaya vahşi derdi. Korkutulurduk. Vahşi denen o korkutucu doğanın tam ortasındaki canlılarda kardeşliği, barışı, sevgiyi ve bereketi buldum. Ve gördüm ki vahşi olan tek canlı, hırsına ve cehaletine kurban olmuş “insan”. Doğada hiçbir canlı, insanoğlunun yarattığı yıkımın ve vahşetin yanına bile yaklaşamaz.
Geçen yıllar içinde bir tür doğal hayat gurusu kıvamına geldim. Ekolojistler, Greenpeace’çiler ve benzeri oluşumlar içinde giderek yaygınlaşan ünüm ve çok hareketli bir hale gelen hayatım, katı çevreci ilkelerimden ödün vermemi gerektirdi.
Buraya yerleştiğim ilk zamanlarda gecelerini ocak ateşi veya zeytinyağı kandiliyle aydınlanan, yazılarını eski püskü bir daktiloyla yazan ben; zamanla, kulübelikten çıkan evime elektrik bağlatmak, laptop kullanmak, seminerler vermek ve etkinliklere katılabilmek için benzin yakan araçlarla seyahat etmek zorunda kaldım. Ama ölçümü kaçırmadım, her zaman bir denge tutturmayı başardım. Zaten savunduğum görüşler dünyanın işleyişini olanaksız kılacak türden ütopik görüşler değildi. Akılcılığı elden bırakmadım, bu nedenle yazılarım yalnızca yeşil hareketin sert ve ödünsüz üyelerinin değil, çevreyi önemseyen birçok aklı başında kişinin de ilgisini çekiyordu. Bir çevreci olarak aşıların birçoğuna ve sentetik ilaçların tümüne kesinlikle karşıydım. Massive Attack’in Meksika konserinde sahneye fotoğraflarını yansıttığı dünya çapındaki doğa savunucularının arasında benim de fotoğrafım yer aldı.
Kız arkadaşım Fransız bir şirket için, hayatın getirdiği fırtınalara karşı dimdik ayakta duran kadınlar hakkında kıyıda yaşayan kadınlar adını verdiği bir belgesel film çekecekti. Belgesele başlamadan önce beni görmeye geldi. Harika birkaç gün geçirdik. Arkadaşım saçı sakalı bırakarak iyice eksantrik olan, ama bu kez de daha bir yakışıklı hale gelen bedenimin, sayısız fotoğrafını çekti, son yazılarımı heyecan ve takdirle okudu. Öyle mutluyduk ki, zavallı bir virane olmaktan çıkıp eklentileriyle iyice genişleyen, neredeyse kaşane halini alan küçük evimin mutfağında bahçeden toplayıp kuruttuğum meyvelerle, pekmez ve has un kullanarak kurabiye bile pişirdik. Genç sevgililer gibiydik. Çılgınca mutluyduk. Sonunda ona evlenme teklif ettim. Evlendik.
Dokuz yaşındaydı. Hostes olan annesi Viyana’dan Cidde’ye, Moskova’dan Washington’a uçup durduğu, her gelişinde oğlunu öpüp koklayıp, hediyelere boğup gidiyordu. Bu sebeple doğduğundan beri dedesini görememişti. Yanlarına bir iş için kısa süreli gelen dedesinin yanına götürüldüğünde, saçları omuzlarına, sakalları göğsüne gelen, geniş omuzlu, heybetli adamın dedesi değil, defalarca okuyup resimlerine baktığı Çocuklar için Mitoloji adlı kitapta anlatılan tanrıların tanrısı Zeus olduğuna hükmetti. Büyük bir arazide yaşadığını öğrendiği dedesini dikkatle inceliyordu. Bir süre sessizce bakıştılar, ama birbirleri hakkında düşünceleri çabucak dağıldı. Sonunda, dedesi daha fazla iletişim kurmadan okaliptüs ve meyve ağaçlarına döndü. O da çocuk dünyasında oyalanmaya kaldığı yerden devam etti. Annesinin yine çok yoğun olduğu, teyzelerinden birinin yurtdışına mastır yapmaya gittiği, diğerinin evlendiği bir dönemdi.
Aradan iki sene daha geçti… Camii hıncahınç dolduran cenaze kalabalığının arasında annesi elinden tutup ona kahramanının öldüğünü söyledi. Zeus artık yaşamıyordu.
Kız kardeşler yıllar içinde bir doğa harikası haline gelen, ama kolay alıcı çıkmayan canım araziyi yok pahasına elden çıkarmak istemediler. On yıla yakın bir süre bekledikten sonra sabırları taştı karşılığında sekiz villa almak üzere bir inşaat şirketine sattılar. Cennetten bir köşe olan araziye şirketin dozerleri girdi; okaliptüsleri, keçiboynuzlarını, fıstıkçamlarını, zeytinleri, babalarının ekolojik meyve üretimi için diktiği, yıllar içinde büyük birer servet -babaları için- haline gelen vişne, portakal, kiraz, şeftali, elma, ceviz ağaçlarını çatır çatır söküp üstün bir planlamayla tümünün denizi görmesi sağlanan otuz sekiz yazlık villa yaptı. Villaların tamamını daha temel aşamasında, peynir ekmek gibi sattı.
08.02.2025
Şevket M. Oğuz
