İyi hafta sonları sevgili dostlarım sohbetlerimi okuyan değerli arkadaşlarım. Artık bilmiyorum sizlere sevgili okurlarım deme zamanım herhâlde geldi. Okurlarımın bildiği gibi ben 2018 senesinde önce kitap okumaya, 2022 senesinde de yazmaya başladım. Yazma serüvenimde önce ruhsal gelişim makaleleri yazdım. Sizler tarafından yazdıklarım çok beğeni toplamayınca anılarımı yazmaya başladım ve 2023 senesinde sizlerin de teşviğiniz ile ilk kitabım olan dört boş kafesi yayınladım. Geçtiğimiz yıldan beri de her cumartesi günü cumartesi sohbetlerini yazıyorum.
Benim gönlümde eski Mısır ve Yunan felsefesi ile ilgili bir kitap yazma fikri ruhsal gelişim makaleleri ile anı kitabımı yazma zamanları arasında oluştu ve başladım. Beşinci bölüme kadar geldim. Yazmaya devam ediyorum. Bilgelik (Phronesis) arayışı ismini verdiğim bu kitap bilim kurgu değil. Yazdığım dönemdeki gerçekleri anlatıyor. Antik Mısır’da Ptolemaios Hanedanı döneminde geçmekte. Bu dönemdeki insanların yaşam biçimlerini araştırarak yazdım. Ptolemaios Hanedanlığının kökeni Büyük İskender’e dayanan Yunanlılar olduğu için kitapta antik Mısır ve antik Yunan’daki yaşanmışlık var. Yaşanılan zaman da Romalıların işgali olduğu bir dönem. Bu haftaki sohbetimde sizlere kitabımdan bir bölümü aktarmak istedim. Umarım beğenirsiniz.
Nundinae
“Kuşaklar gelir, kuşaklar geçer, ama dünya sonsuza dek kalır. Güneş doğar, güneş batar. Önce ne olduysa, yine olacak. Önce ne yapıldıysa, yine yapılacak. Güneşin altında yeni bir şey yok. Var mı kimsenin, “Bak bu yeni!” diyebileceği bir şey? Her şey çoktan, bizden yıllar önce de vardı. Geçmiş kuşaklar anımsanmıyor, gelecek kuşaklar da kendilerinden sonra gelenlerce anımsanmayacak.” Eski Ahit
Nundinae günü herkes izinliydi. Çiftçiler, serfler, köleler, hizmetçiler, zanaatkârlar, devlet memurları sekiz günlük çalışmanın sonucunda Nundinae günü hiçbir iş yapmadan sadece evlerinde aileleri ile birlikte oluyorlardı.
Bir şehri tanımanın en bildik yollarından biri de insanların orada nasıl çalıştığına, orada birbirlerini nasıl sevdiğine ve nasıl öldüklerine bakmaktır.
Bugün Nundinae. Evlerde, erkekler bakırdan yapılmış jiletler ile tıraş oluyor ve başlarını arkaya eğip bir karşılarındaki ankh’e (aynaya), bir soğuk gökyüzüne bakıp havanın güzel olup olmayacağını kestirmeye çalışıyorlar. Tapınakta, altar önünde bir adam, diz çökmüş tanrılara dua ediyor. Kadınlar tapınağa gitmeden önce makyaj yapıyor sonra da adak sepetlerini hazırlıyorlar.
Davus ve Orestes hızlı adımlarla tapınağın önüne geldiler. Orestes de Sobek ’in öğrencilerindendi. Onlar geldiklerinde kobra başlı tanrıça Renenütet mukaddes gölde yıkanmış, daha sonra tapınağın içine altarın arkasına yerleştirilip içeride kutsal ateşi yakmışlardı. Tapınağın içi hoş kokular ve tütsü kokusu ile doluydu. Sobek tapınağa girdi. Töreni izlemeye başladı.
Şimdi sıra tanrının süslenmesine gelmişti. Davus ve Orestes tanrıçaya secde ettiler. İlahi söyleyerek tanrıça heykelinin önünde üç defa döndüler. Kırmızı, beyaz, yeşil renkli ketenleri etrafına sardılar. Gözlerine siyah ve yeşil sürme sürdüler. Her Nundinae gününde sıra ile iki kişi bu işleri yapmak için görevlendirilirdi. Sıra Davus ve Orestes ’indi.
Halk sıra ile tapınağa girmeye başladı. Ellerinde tepsiler içinde bulunan ekmek, ördek eti, domuz eti ve gülleri tanrıçanın önüne koydular. Bu işler devam ederken kâhinler ilahiler söylediler.
Ayin bitince Sobek dışarıya çıktı ve her Nundinae günü yaptığı gibi sokaklarda dolaşmaya başladı.
Ayinden çıkan kalabalık şehrin merkezine doğru ağır, ağır ilerliyor. Birazdan hiç ses çıkarmaksızın, sokakları kaplayacaklar. Önce serfler ve karıları, daha sonra çiftçiler, yapı işçileri sökün edecek. Çeşitli baharatların, giysilerin bulunduğu yerlerin kapıları açılarak kalabalığa alışveriş yapma imkânı verecek.
Şehrin merkezinde geniş meydanda Ebegümeci yağından yapılmış konik biçimindeki lezzetli çörekler satılıyor. Küle gömülmüş, sıcak bir taşa ya da bir tandırın iç yüzüne saplatılmış yassı, mayasız arpa ya da buğday bazlamasından tutun da çok özenle hazırlanmış, kimi zaman dinsel duygular uyandıran piramit ya da bir yaratık biçimi verilmiş kalıplarda pişirilmiş buğday unundan somunlara dek, bulunan dükkânlar yan yana dizilmişler.
Sıcak içecek tezgâhı anlamına gelen termopolium olarak bilinen dükkânda, yoldan geçen kişilere sokak yemekleri veriliyordu. Dükkân sahibinin dairesel delikli bir tezgâha indirdiği sıcak yemekler derin pişmiş toprak kaplarda müşterilere sunuluyordu. Tezgâhın önü parlak bir tavuk ve baş aşağı asılı duran iki ördek gibi hayvanları tasvir eden renkli fresklerle süslenmişti.
İnsanlar etrafta şuursuzca dolaşıyorlardı. Sobek, “Ne çok çocuk var!” Diye düşündü. Kucakta, anne ve babalarının önünde ya da yanında ikişer üçer yürüyen çocuklar. Bütün bu yüzleri, bir Nundinae sabahının tazeliği içinde, birkaç saat önce, ayinde zafer kazanmış bir halde görmüştü. Oysa şimdi güneşe belenmiş vaziyette, durgunluk, gevşeklik hali içerisindeler. Birbirlerini görünce selam veriyorlar ama sabahın verdiği abartılı ve gergin neşeden yoksun selamlaşmalar bunlar. Ara, sıra hemen kesilen kısa bir gülüş, bir annenin çocuğuna bağırışı duyuluyordu. Sonra sessizlik. Gevşemiş yüzlerde, biraz hüzün görüyordu. Hayır, hüzünlü değillerdi, neşeli de değillerdi. Dinleniyorlardı. Birazdan evlerine dönecekler, ailece oturup bir fincan firavun çiçeği içecekler. Şu an olabildiğince az çaba sarf ederek yaşamak, davranışlarında, sözlerinde, düşüncelerinde tutumlu davranmak istiyorlardı. Sekiz günlük çalışmanın verdiği şiddetli yorgunluğu ortadan kaldırmak için bir tek gün vardı ellerinde, tek bir gün. Dakikaların ellerinden kayıp gittiğini hissediyorlardı. Yarın sabah işe gitmek için gerekli gücü toplayacak zamanı bulmaları gerekiyordu.
İnsanlar doğarlar, çalışırlar, birbirlerini severler ve ölürler. Kişiler alışkınlıklar edinmeye özen gösterirler. Çalışırlar, öncelik iş yapmakla ilgilenirler. Doğal olarak basit keyiflerden zevk alırlar, yeknesak bir yaşam içerisinde yaşamın sıradanlığında hayatlar sürdürürler. Sobek kendi yaşadığı şehirde de bu tekdüze yaşamın devam ettiğini düşündü. “Yaşayan insanların en büyük düşmanı; ölümün kesinliğinden habersizmiş gibi hayatlarını yaşamalarıydı. Günler anlamsızca birbirine eklenip duruyordu, sonu gelmiyordu, tekdüze bir ekleniş devam ediyordu. Yaşarken dekorlar değişir, kişiler hayatına girip çıkar, hepsi bu. Sonra hayat yeniden başlar, saatleri ve günleri birbirine eklemeye koyulursunuz.”
Şehrin içinde yaptığı gezintilerinde hep aynı yollardan geçmek zorunda kalan insanların sürekli olarak içlerinde taşıdığı o boşluk, o belirgin heyecan, mantıksızca geriye dönme ya da zamanın akışını hızlandırma isteği, belleğin o yanan okları, dünyaya geldiğimizde içimize bırakılan sürgün duygusunu hissetti. Bizler sanki bu dünyada hep bu arayış ve bulamama duygusu ile yaşıyoruz diye düşündü. Dağdan yuvarlanan taşı tekrar zirveye taşımakla uğraşan Sisyphos mitolojik anlatımındaki gibi yaşam gerçeği aramadan sıradanlıkta bir hayatı geçirdiği hissine kapıldı.
“Neden? Ve niçin?” diye sordu. Kendi kendine kuşku duymaya ve aşina olduğu dünyadan, onun kesinliğinden şüphe etmeye başladı. Şüphe ve kesinlik siyam ikizleri gibidir. Kesinliğin olduğu yerde şüphe şüphenin olduğu yerde kesinlik arayışı vardır. Bu bir arayıştır varma değildir. Sobek “benim işim hem platonun mağarasındaki karanlığı hem güneşin altındaki aydınlığı bilmek” dedi.
Son söz: Kitap devam ediyor, burada bitirdim. Herkese çok teşekkürler.
22.03.2025
Şevket M. Oğuz