
“Oğlum Hidayet, ülke bir haritaya benzer.”
“Kesikli, yani noktalı çizgiler neye benzer, Hikmet amca.”
“Noktalı çizgiler bir şeye benzemez. Noktalı çizgiler, sınır olarak, sınırlanmızda bulunur. Bütün sınırlar boyunca uzun binalar, çizgileri; noktalarda, bunlann arasına yerleştirilmiş bulunan gözetleme kulelerini gösterir.'” Tehlikeli Oyunlar
OĞUZ ATAY
Sabahın ilk ışıkları gökyüzünü pastel renklerle boyarken doğa uyanıyordu. Barış Manço’dan sabah yeri ılgıt ılgıt eserken, seher vakti bir güzele vuruldum, al dudakta inci dişi, bu dünyada yok bir eşi, seher vakti bir güzele vuruldum şarkısı çalarken arabayı kullanıyordu.
Yan koltukta oturan eşine sevgi ile baktı. O da bir seher vakti Özden’e âşık olmuştu. Birlikte hayat yolunda ilerliyorlardı. Gittikleri yol hep aynıydı. Yol yokuş doluydu bir inip bir çıkıyorlardı. Bazen çıkıp alemi seyrediyorlar sonra inip alemin kendilerini izlemesine izin veriyorlardı.
Barış Manço dinlerken hayallere daldı. Yolun kenarından geçen çiftlikler, tarlalar ve bazen tek tük görünen evler ona gençliğinde memleketine yaptığı yolculukları hatırlatıyordu. Sabahın erken saatlerinde yapılan bu yolculuk, geçmişe yapılan bir yolculuk gibiydi. Okul tatil olur olmaz babası onu ve kardeşini akşam saatlerinde otobüse bindirerek memleketlerine yollardı. Otobüs son mola yerini geçince uyku bastırır derin bir uykuya dalarlardı. Sabah otobüs şoförü yolcular uyansın diye Neşet Ertaş’tan türküler çalmaya başlar gözlerini açtıklarında yolun kenarlarında öbek öbek dizilmiş Kızılderili çadırlarını anımsatan kendir yığınlarını görürlerdi. O yıllarda Teksas Tommiks özellikle kaptan Swing çizgi romanlarını okudukları için oradaki Gamlı Baykuş Kızılderili karakterinden çadırlara aşinaydılar.
Bir süre sonra, gökyüzü yavaşça aydınlanmaya devam etti. Tatlı hatıralar ile dolu gençliğinin üzerinden çok uzun yıllar geçmişti. Özden, her zaman yaptığı gibi elini sevgilisinin bacağının üzerine koyup, camdan dışarı bakarken, derin bir nefes aldı. “Burası ne kadar huzurlu değil mi?” diye sordu. Sevgilisinin bu anın tadını çıkardığını görerek mutlu oldu.” Evet, gerçekten çok güzel” dedi.
Yolculuk yaparken, güneşli bir sabahın dinginliğinin tadını çıkarıyorlardı. Özden yan koltukta oturmuş sevgilisinin dikkatle sürdüğü arabadan dışarıyı seyrediyordu. Güneşin parlak ışıkları ağaçların arasından süzülerek yola vuruyordu ve her şey huzur doluydu. Emekliliklerinin tadını çıkarıyorlardı.
Ancak, birden gökyüzü değişmeye başladı. Ufukta beliren koyu gri bulutlar hızla yayıldı ve güneşin parlak ışığını örtmeye başladı. Tüm dünya birden koyu gri oldu. Özden, gökyüzüne baktı. “Gökyüzü aniden karardı” dedi endişeyle. Arif “Evet, fark ettim sanki aniden fırtına yaklaşmakta.” Diye cevap verdi.
Özden, fırtına yaklaşırken, gençliğinde yaşadığı yoğun iş temposunu hatırladı. Şimdi sakin ve dingin bir hayat sürseler de gençliğinde adeta bir fırtınanın içinde sürüklenmiş gibi hissettiği zamanlar vardı. Sabah erken saatlerde işe gidip toplantılar, projeler ve müşteriler ile dolu bir gün geçiriyordu. Arif’te yoğun iş programları ile başa çıkmaya çalışıyordu. Akşam olduğunda, yorgun bir şekilde eve dönerlerdi ve genellikle oğulları Bora’yı uyumuş bulurlardı. Bora, onları görmek için bazen geç saatlere kadar beklerdi, ama çoğu zaman bu mümkün olmazdı.
Bora, okuldan eve döndüğünde evde kimseyi bulamıyordu. Bakıcı onunla ilgileniyor, ödevlerinde yardımcı oluyor ve yemeklerini hazırlıyordu. Ancak Bora ailesinin yokluğunu derinden hissediyordu. Yoğun kar yağan bir gece geç saatler olmasına rağmen Arif ve Özden eve gelemediklerinde Bora onların öldüklerini zannetmiş ve bundan sonra tek başına nasıl yaşayacağını düşünmeye başlamıştı. Allahtan anne ve babası ertesi gün öğlen saatlerinde eve gelmişlerdi.
Özden geçmişi düşünürken “keşke o günlerde aileme daha fazla zaman ayırabilseydim” diye üzüldü. Artık zaman geçmiş Bora göz açıp kapayana kadar büyümüş hatta evlenmişti bile. Fırtınanın farkında olmak ve içinde yıllarca yaşamak, onunla savaşmak her şeydi. Sonunda Özden’in yüzünde her daim görünen fırtına izleri kalmıştı.
Fırtına yarım saat kadar devam etti. Rüzgâr ardından kuvvetli yağmur damlaları arabanın pencerelerine vurdu. Arabanın silecekleri hızlı hızlı çalıştı. Fırtına yavaş yavaş dindi, yağmur damlaları seyrekleşti ve gökyüzündeki bulutlar dağılmaya başladı.
Fırtınadan sonra hava açıldığında, doğa adeta yeniden doğdu. Gökyüzü, gri renkten sıyrılarak mavi renge büründü. Güneş tekrar ortaya altın rengi ışıklarını yayıyordu. Ağaçların yapraklarında kalan yağmur damlaları, güneşin ışığıyla parıldıyor ve adeta küçük kristaller gibi görünüyordu.
Fırtınadan sonra havanın açılması, doğanın döngüselliğini ve her fırtınanın ardından gelen sakinliği simgeliyordu. Fırtına boyunca süren kaosun ardından gelen bu berraklık ve huzur, doğanın kendini yenileme gücünü ve her zorluğun ardından gelen güzellikleri bir kez daha gözler önüne seriyordu.
Bu tür anlar Arif’e her zaman büyük bir stres ve baskı hissettirmişti. Arif böyle zamanlarda arabasına güveniyordu. Arabası bu zorlukların üstesinden gelmek için tasarlanmıştı.
Bir arabayı dışarıdan gördüğümüzde, genellikle kompakt ve dar görünebilir. Bu algı, arabanın kapılarını açıp içine girmeye başladığımızda değişebilir. İlk adımda, içeri girmeye çalışırken klostrofobi hissi bizi sarabilir, dar alana sıkışma korkusu ve kapalı mekâna girmenin verdiği rahatsızlık, kalbimizin hızla çarpmasına neden olabilir.
Ancak, arabaya tamamen adım attığımızda ve kapıyı kapattığımızda, bu his birdenbire değişir. İçerideki alan, dışarıda göründüğünden çok daha ferah ve konforlu gelir.
Arabanın içindeyken, çevremizi rahatça gözlemleyebilir ve kontrol edebiliriz. Bu da güvenlik duygumuzu artırır. Böylece başlangıçtaki klostrofobi hissi hızla kaybolur ve yerine bir rahatlık ve konfor hissi gelir.
Arif ve Özden arabayı ilk aldıklarında bu hisse kapılmışlar ama sonra arabanın konforuna alışarak konfor alanından çıkmadan yolculuklarını yapmaya başlamışlardı.
Yolculuğun sonunda hep hayal ettikleri ve yıllardır yaptıkları birikimler sonucunda satın aldıkları çiftlik evine geldiler. Arkadaşları deniz kenarında bir tatil kasabasına yerleşmeyi planlarken onlar doğayı tercih ederek orman içinde çiftlik evi satın almışlardı. Taş ve ahşap karışımı bu evde bundan sonraki yaşamlarını sürdüreceklerdi.
Arif arabayı durdurdu. Özden arabanın kapısını açtı sonra derin bir soluk alıp çığlığını içinde tuttu. Arif çığlık atmadı ama istemediğinden değil.
Açık kapının dışında gün ışığı ve çiftlik evi yoktu -hiçbir şey yoktu- gri şekilsiz bir sisten başka hiçbir şey yoktu sisin içinden çiftliğin hiçbir yerini göremiyorlardı. Sis çok yoğun olduğu için değil boş olduğu için sisten hiçbir şey ses gelmiyordu içinde hiçbir hareket görünmüyordu. Sis kapıdan içeri girmeye başladı. Arif “kapa kapıyı “diye bağırdı. Özden kapamaya çalıştı ama ellerinde hiç güç kalmamıştı Arif onun üzerinden uzanıp sıkıca çekerek kendi kapattı.
Güneşli sahne geri geldi camdan çiftliği ağaçları ve arkada uzanan ormanı görüyorlardı. Özden elini Arif’in kolunun üzerine koydu “sür şu arabayı” dedi.
“Bir dakika” dedi Arif ve yanındaki pencereye döndü. Çok dikkatli biçimde indirdi azıcık bir santim kadar. Bu da yetmişti şekilsiz gri akış hala oradaydı pencereden çiftlik ve güneş açıkça görülüyordu, ama pencerenin üstündeki açıklıktan hiçbir şey görünmüyordu. Dışarısı hiçlikti.
Arif Özden’e dönerek “nihayet yıllardan beri uğraşarak geldiğimiz noktadayız” dedi.
Bu gri şekilsiz sis dışarıdaki gerçeklikti. Arabanın içinde oturmak -rahatlık- için ödenen bedel içeri ile dışarı arasındaki her türlü sürekliliğin yitirilmesidir. Bir arabanın içinde oturanlara dışarıdaki gerçeklik biraz uzak camın cisimleştirdiği bir engel ya da ekranın öte tarafındaymış gibi gelir.
Özden, “Dışarıdaki gerçek mi?” diye sordu. Arif “arabanın dışındaki gerçeklik arabanın içindeki gerçeklikle dolaysız bir süreklilik içinde olmayan bir başka gerçeklik tarzı” diye cevapladı. “Dışarıda zaman ve mekân yok. Kapıyı aştığımızda oluşan şekilsiz grilikte yerden başka hiçbir şeyin olmadığı yerle yüz yüze geldik. Burada düşüncelerimiz ve duygularımız sayesinde düşündüğümüz her şey mümkün hale geliyor. Bağlarımız yok, korkumuz yok, kıskançlığımız yok, garezlerimiz yok, yaşadığımız -var sandığımız- gerçeklikten ötekine sessizce geçebiliriz. Hiçbir şeye sahip olmadan, zerre kadar pişmanlık duymadan, hiçbir şey arzulamadan. Yaşamla ölümün bir olduğundan, biri olmadan ötekinin keyfine varılamayacağından, kucaklanamayacağından hiç bu kadar emin olmamıştım.”
Özden, Arif’in elini sıkıca tutarak ona baktı ve içten gülümsedi. “Hadi bu sisin içinde kaybolarak teslimiyetimizi tamamlayalım” dedi fısıltıyla. Arif “Evet, önemli olan bizim birlikte olmamız” diye yanıtladı. Fethedilecek başka bir şey yoktu artık; önlerinde huzur ve barışın gri okyanusu uzanıyordu. Arabanın kapılarını açtılar ve sis onları tamamen çevreledi.
Son söz: İçeri ile dışarı arasındaki bu uyumsuzluk bu orantısızlık Kafka’nın mimarisinin de temel özelliklerinden biridir. Eserlerindeki bir dizi binanın (Davada mahkemenin bulunduğu daireler Amerika’da amcanın sarayı vb..) ortak özelliği dışarıdan mütevazı bir ev gibi görünen yerin içine girdiğimizde mucizevi bir biçimde merdivenler ve salonlardan oluşan bitimsiz bir labirente dönüşmesidir. (Giovanni Battista Piranesi (1720-1778) ‘nin hapishane merdivenleri ve hücrelerden oluşan yeraltı labirentleri resmeden ünlü çizimleri geliyor aklıma) Bir yere duvarla ya da çitle çevirir çevirmez içeriği dışarıdan bakan bir gözün görülebileceğinden daha geniş bir yermiş gibi değil deneyimleriz. Süreklilik orantı mümkün değildir çünkü orantısızlık (içerinin dışarıya göre sahip olduğu fazla/artı) tam da içeriyi dışarıya ayıran engellerin engelin zorunlu yapısal bir sonucudur. Bu orantısızlık ancak engeli yıkarak dışarının içeriği yutmasına izin verilerek ortadan kaldırılabilir.
22.02.2025
Şevket M. Oğuz
Kaynaklar
Robert A. Heinlein / Jonathan Hoag’ın Hoş Olmayan Mesleği
Slavon Zizek / Popüler kültürden Jacques Lacan’a giriş