
Sabah güneşi, uyanmakta olan şehrin sokaklarına sızarken Zeynep, otel odasının penceresinin önündeki yatakta oturmuş şehirde karşılaştığı o eşsiz gün doğumunu seyrediyordu. Odaya yumuşak altın sarısı ışıklar dolarken, geniş camdan süzülen ışık yanındaki duvara yansıyordu. Pencerenin camına vuran sabah ışığı Zeynep’in ruhunda saklı kalan geçmişteki ailesi ile ilgili yaşanmışlıkları yumuşak dokunuşuyla aydınlatıyordu.
Yıllar boyunca içini korumak için ördüğü duvarlar, şimdi ışığın yumuşak dokunuşuyla aralanıyor; tıpkı kapalı bir kapı ardındaki bilinmeyene açılan pencere gibi.
Zeynep, geçmişin anılarını gelmiş olduğu atalarının şehrinde tekrar yaşayacaktı. Yıllar sonra doğduğu ama küçük yaşta terk etmek zorunda kaldığı şehre geri gelmişti.
Giyindi. Otel odasının sıcaklığında kaybolmuş anlardan sıyrılarak, dışarıya çıktı. Şehrin sokaklarına süzülen yumuşak ışık, ona şehirde farklı bir duygu olduğunu fısıldadı. İçini o ana kadar hissetmediği sıcaklık doldurdu. Her adımında hem geçmişin izlerini hem de geleceğin belirsiz ama taze başlangıçlarını hissediyordu. Dünyada yaşadığı her gün yaşamın gizemli ve büyüleyici yanını barındırıyordu. Gün yavaşça ilerledikçe, Zeynep sabahın ilk ışıklarından aldığı ilhamla şehrin sokaklarında yürümeye başladı.
Güneşin puslu puslu ışıdığı, havadaki uyuşukluk halini bozmayan hafif esintilerin oradan oraya dolaştığı, yazdan kalma, ılık baygın ve güzel bir sonbahar gününde sincaplar meşe palamutlarını şevkle gömmeye başlamışlardı. Güneşin parıltısında muhteşem tonların ahenginde gündüzler kısalmaya, geceler uzamaya başlıyordu. Ağaçların altın sarısı bakır ve kırmızı tonlara bürünmüş yaprakları yumuşak bir halı gibi yerlere serilmişti.
İki yanında çam ağaçları olan caddede yürümeye başladı. Cebinden evdeki eski fotoğraf albümünde bulduğu fotoğrafı çıkardı. Elindeki sararmış fotoğrafta annesi ve babası görünüyordu. Kucağınanu kucağına almış kendisinden beş yaş büyük abisi Zeki ayakta annesinin önünde duruyordu. Fotoğrafın arka planında babasının marangoz atölyesi bulunuyordu.
Zeynep elindeki fotoğrafta bulunan marangoz atölyesinin ahşap talaşlarının keskin ama huzur verici kokusunu hissetmek istedi. Babasının elleriyle ahşap parçalarına hayat verdiği atölyenin nasıl bir yer olduğunu merak etti. Annesinin verdiği adrese geldi. Atölye duruyordu. İçeri girdi. Zaman durmuştu. Burası her şeyin el emeğiyle şekillendiği özel bir dünyaydı. İlk olarak burnuna ahşap talaşların kokusu geldi. Bu koku babasının ustalığının ve emeğinin kokusuydu. Babası fotoğraftaki gibi karşısında duruyordu. Onun sıcaklığını hissetti. Etrafına bakındı her köşede babasına ait bir hikâye gizliydi. Duvarların üzerinde üst kotta dar uzun bir pencere vardı. Pencereden sızan ışık etrafta uçuşan ince toz halinde ağaç parçacıklarını gösteriyordu. Pencerenin önünde küçük bir raf taze kesilmiş meşe, ceviz, çam, sedir ağaçlarından oluşan ahşap blokları barındırıyordu. Her ağacın farklı bir hikâyesi vardı. Etrafta reçine kokusu hâkimdi.
Ayağının altı talaş kaplıydı. Bu talaşlar babası ile ahşap arasındaki ilişkiyi oluşturuyordu. Bir köşede eski bir talaşla ısıtılan soba vardı. Sobanın üzerinde yaz kış sürekli demlenen çay fokurduyordu. Sobanın yanında ahşap bir masa vardı. Burada belki de babası oturmuş ve yaptığı masa, sandalye ve dolapların yapımı bittiğinde sigara eşliğinde çayını içmişti. Babası sigara tiryakisiydi. Günde üç paket filtreli Samsun sigarası içiyordu. Sigaranın etkisiyle siyah olan pos bıyıkları sararmış kızılımsı renge bürünmüştü. Masanın kenarındaki ahşap sandalye de bir an babasını ve sararmış bıyıkları gözünün önüne geldi. Fotoğraf çekildikten iki sene sonra babası atölyede çalışırken kalp krizinden vefat etmiş annesi de onları alarak başka bir şehirde yaşayan dayılarının yanına göçmüşlerdi.
Marangozhaneden çıktı. Annesi ona aynı sokakta bulunan kır kahvesinden bahsetmişti. Sabah otelde kahvaltı yapmıştı. O kır kahvesinde oturup kahve içmek istedi. Annesi özellikle o kır kahvesini bulup halen duruyorsa mavi sandalyeye oturmasını istemişti.
Marangozhane ’nin bulunduğu sokakta ilerledi. Sokağın bitiminde köşe başında sanki bir masaldan fırlamış gibi ağaçlıklar içerisinde ufak beş altı ahşap masaya sahip kır kahvesini gördü. Annesinin bahsettiği kır kahvesi burası olmalıydı.
Yer yer çim kaplı taşlık zeminde ilerledi. Kır kahvesi dalları yerlere kadar sarkan söğüt ağacı ile yabani incir ağacı ile çevriliydi. Yaprakların arasında esen tatlı bir esinti onu yakaladı. Rüzgârın yapraklarda yarattığı hışırtı, onu başka bir aleme götürdü. Sanki annesi ile babasının geçmişini yaşıyordu. Yeşilliğin tam ortasında orta ölçekli bir havuz vardı. Havuzun kenarında çeşitli renklerde beş altı tane ördek dolaşıyor genellikle havuza girip çıkıyorlardı. Burası günlük hayatın karmaşasından uzaklaşmak için idealdi. Zeynep böyle bir yere geldiği için kendi kendine şükretti. Ahşap masalar havuzun kenarına konumlanmıştı. Üstlerinde ince bir tabaka güneş ışığı ve ağaçların gölgeleriyle aydınlanan masaların etrafında çeşitli renklerde sandalyeler vardı. Mavi, kahverengi, mor, kırmızı rengarenk boyanmış el yapımı ahşap sandalyeler…
Sabah kahvesini içmek için özellikle seçtiği annesinin de bahsettiği mavi boyalı ahşap sandalyeye oturdu. Çaycıya şekersiz bir kahve söyledi. Yaşlı çaycı kahvesini bırakırken usulca sordu. “Kızım, seni buralarda yeni görüyorum, n’ola ki bizim mavi sandalyede oturursun?” Zeynep, kahve fincanına gözünü dikerek cevap verdi. “Annem anlatırdı bu kır kahvesini… Çocukken babamla birlikte gelirlermiş. Babam bu sandalyelerden mavi olana oturur, annem ile sohbet ederlermiş. Yıllar sonra geldim, mavi sandalye hala burada. Babamın izlerine hissedebilmek için.”
Çaycı Mehmet amca çay ocağından kendisine ince belli bardakta çay alarak karşısına oturdu. Bir süre sessiz kaldı. Sonra çaydan bir yudum alıp “E, demek sandalyede babandan emanet bir ruh var. İyi bak kızım, çünkü o sandalye bir gün sırlarını sadece sana fısıldayabilir.” Dedi.
Zeynep sandalyeyi şöyle bir inceledi ama bir şey göremedi. Mehmet amca “kızım sandalyenin altında yıllarca önce oyulmuş iç içe geçmiş iki harf var” dedi. Yıllarca önce Arif isminde bir marangoz bu sandalyeleri tamir ederken oyduğunu anlatmıştı bana. Babanın adı neydi?” Zeynep hayretler içerisinde cevap verdi. “Babamın adı Arif”
Zeynep’i sandalyeden kaldırdı mavi sandalyenin altına oyulmuş harfleri gösterdi. Mehmet amca yüzünde bilge bir ifade ile “bu harfler babana ait olmalı, kızım” dedi. Orta büyüklükte iç içe geçmiş iki adet Z harfleriydi. Zeynep bu iki Z harfinin kendisine ve abisine ait olduğunu anladı. Babası burada anılarını mühürlemişti. Kazınmış harflere dokundu gönlünde babasının sevgisini hissetti. Harflere baktığında çocukluk günlerine, babası ve abisi ile yaşadığı anılara geri döndü. O an nostalji dalgası içine dolup taştı, bazı hatıralara güldü, bazıları yüreğinde hüzün yarattı.
Mehmet amca “demek ki bir şeylerin bağını koparmamışsın” diye cevap verdi. “Arif usta mavi boya ile sandalye yapmanın, o sandalyelere bir karakter verdiğini” söylerdi.
Zeynep’in gözleri doldu; babasının bu davranışı, onun için bir anımsanma oluşturmuştu. Mavi sandalye sadece bir ahşap parçası olmaktan çıkıp, bağların ve hatıraların taşıyıcısına dönüştü. Zeynep, esen sonbahar rüzgârı ile bir rahatlama hissetti: geçmiş ve gelecek arasında bir köprü kurmuştu, hem de bir kır kahvesinde, sıradan görünen bir mavi sandalyede.
Ufukta toplanmaya başlayan bulutlara, batmaya başlayan güneşin ışıkları yansıdı, gökyüzü gül rengine dönerken tepeler kızıllaştı. Gül rengi ışık etrafını sararken Zeynep’in gönlünde Ferhat Göçer kızım şarkısını yumuşacık bir sesle söylüyordu.
29.03.2025
Şevket M. Oğuz