“Bazen hatırlamak istemediğimiz şeyler, aslında kim olduğumuzu anlatır.”
“Kimse görmediğinde bile üstüne basmaya devam ettiğin gölgeler, bir gün sessizce çekilir ve seni olduğun yerde bırakır: tamamen çıplak, tamamen gerçek.”
Bunu düşünüyordu adam.
Geçit dar, hava soğuktu. Adımlarını sessizce atan kişi, merdivenlerin ucundaki ışığa doğru yürürken ne peşinden gelen gölgelerden haberdardı ne de onu bekleyen geçmişin yankılarından. Bu sokak, sıradan bir arka yol gibi görünse de her adımda çözülen bir sırrın eşiğiydi. Işık, yalnızca çıkışı değil, geride bırakılan karanlıkta saklı kalanları da açığa çıkaracaktı…
Kapüşonunun altından etrafını kolaçan eden adam, Yusuf, çocukluğundan beri bu mahalleye ayak basmamıştı. O eski taş duvarlar, daracık geçitler, sardunya saksılı balkonlar, evlerin üstünden uzanan çamaşır ipleri bile değişmemişti. Ama bir şey farklıydı. O gece, eski kasetçalarındaki bir Sezen Aksu’nun şarkısının sözleri gibi aklında yankılanan tek bir cümle vardı: “Geri dön, geri dön ne olur geri dön”
Işıkla aydınlanan sahanlığın ucunda, paslı bir kapı duruyordu. Yusuf, elini cebine soktu, avucundaki küçük anahtarı yokladı. Anahtarı bulduğu yerde, duvarın içine gizlenmiş, yaşlı bir çilingirin bile anlam veremeyeceği türden bir oyuk vardı. Kapıyı açtı. İçeriden gelen taze çay ve eski kitap kokusu, anılarla karışıp ciğerlerine doldu. İçeride onu bekleyen biri vardı. Koyu yeşil parkası içerisinde oturan genci bir yerlerden hatırlıyordu.
Yusuf, kapının eşiğinden içeri adımını attığında, genç başını hafifçe kaldırdı. Gözleri, sanki Yusuf’un geçmişinden bir hayal çekip getirmişçesine tanıdıktı; ama ne zaman, nerede, hangi hayat kırıntısında karşılaştığını çıkaramıyordu. O anda zaman kavramı belirsizleşti; saatler, günler, yıllar sanki birbirine karıştı ve Yusuf’un zihninde bir sarkaç gibi salınmaya başladı.
Gencin yüzüne tekrar baktı. O tanıdıklık bir anda yerini ürpertici bir farkındalığa bıraktı. Bu genç… belki de Yusuf’un geçmişte bıraktığını sandığı kendisiydi.
Genç, kahverengi deri bir defteri masaya usulca itti. “Bunu senin için tuttum,” dedi. Sesi Yusuf’un hiç duymadığı ama içten içe bildiği bir tondaydı. “Her sayfasında unuttuğun bir anı var. Ve bazıları, hiç yaşamadığını sandığın şeyler.”
Yusuf yavaşça sandalyeye oturdu. Oda loştu ama kitap raflarının üstünde gezinen ışık, sanki her kitabın bir ağırlığı, bir niyeti varmış gibi davranıyordu. Çay kokusu hâlâ havada asılıydı ama şimdi buna eski mürekkep ve solmuş çiçeklerin kokusu da eklenmişti.
Defteri açtı. İlk sayfada kendi el yazısıyla yazılmış bir cümle vardı:
“Bazen hatırlamak istemediğimiz şeyler, aslında kim olduğumuzu anlatır.”
Gencin yüzüne tekrar baktı. O tanıdıklık bir anda yerini ürpertici bir farkındalığa bıraktı. Bu genç… belki de Yusuf’un geçmişte bıraktığını sandığı kendisiydi.Yusuf, defterin sayfaları arasında ilerlerken, anıların puslu perdesi aralanıyor gibiydi.
Sayfaların birinde, eski bir afişin köşesine iliştirilmiş bir fotoğrafın silueti çıktı karşısına. Koyu yeşil parkasıyla, yumruğunu havaya kaldırmış bir Yusuf… Gençlik yıllarının harareti yüzüne vurmuş, gözlerinde hem öfke hem umut parıldıyordu.
Odadaki genç, bir sandalye çekip oturdu karşısına.
“Tanıdın mı beni?” dedi, gülümserken bile gözlerindeki inat sönmüyordu.
“Ben o amfilerde yüksek sesle ‘hak’ diyen, megafonun ötesine geçip kalplere seslenen Yusuf’um. Polis çemberinde göz göze geldiğimiz Yusuf. İdeallerin sarsılmaz sandığın, her lafında Marx’tan cümleler serpiştiren hâlinim ben.”
Yusuf yutkundu.
“Ben… senden uzaklaştım mı?”
“O sende hâlâ var,” dedi genç. “Ama gömdün. Belki büyüdüm sandın. Belki yoruldun. Ama bu defterdeki her sayfa, hâlâ bir yerlerde direndiğini gösteriyor.”
Masanın üzerinde bir not daha vardı:
“Devrim önce içerde başlar.”
O an Yusuf’un içinde bir sayfa daha aralandı onlarca yıl önce üniversite kantininde sabahladıkları geceler, arkadaşı Naci’nin amfideki sahneye çıkıp tahta masa şarkısını söylemesi, sabırla okunan kitaplar, aceleyle kaçırılmış aşklar…
Birden koyu yeşil parkalı genç ayağa kalktı kendisini selamlıyordu. Gözleri hâlâ hararetli, hâlâ iddialıydı.
“Sen beni hatırladıkça yaşıyorum,” dedi genç Yusuf. “Ama yaşam, hatırlamak değil; hatırladığını yaşatmaktır.”
Yusuf gözlerini kapadı. Karanlıkta geçmişle şimdiki zamanın yolları çakıştı. Belki hâlâ geç değildi. Belki yine hararetli konuşabilirdi. Savunabilirdi. Küllenen her şey, yeniden yanabilirdi. Ayağa kalktı yeşil parkalı genci selamladı.
Elini deftere uzattı. Parmakları titreyerek yeni bir sayfa çevirdi. Bu defa karşısına çıkan sadece geçmişi değildi, yüzleşmesi gereken kendi kendisiydi. Dışarda gece çökmüş, sokak lambası sarı bir huzmeyle camdan içeri süzülüyordu. Zihinler arasında geçiş yapan bir yolcu gibi, her sayfa Yusuf’un zihinsel bir düğümünü çözüyordu. Belki de bu geçit sadece fiziksel değildi hafızanın, pişmanlığın ve kimliğin iç içe geçtiği katmanlı bir labirentti. Işık azaldı, zaman eridi. “Burası senin merkez noktan,” dedi içinden bir ses. “Gerçekliklerin başladığı yer.”
Loş ışık defterin kenarlarına süzülürken, Yusuf sayfayı çevirdiğinde bir şey tuhaf geldi. Bu sefer yazı sistemi değişmişti. Bunu bir kadın yazmıştı. “Benim hayalimdeki siteden ev almışsın” diye başlayan sayfayı okumaya başladığında oturduğu masanın karşısında bir kıpırtı oldu. Gözlerini kaldırdığında karanlık silikleşti, orada beliren figür gölgelerden sıyrıldı. Uzunca boylu bir kız belirdi. Simsiyah bukle saçları omuzlarında, gözleri Yusuf’un zihnine açılan geçit gibi derindi. O, kendi hafızasından fırlayıp gelen reklamcı kızdı. Henüz hiçbir evde bir sevgiliyle yaşamamış, hiçbir duvarı paylaşmamış hâliyle karşısındaydı. “Hayalini paylaştığın kişi, hayatını da paylaşmak ister.” Dedi. Yusuf hayalindeki kızı bulduğunu anladı.
Arkasında bir tıkırtı oldu. Döndüğünde, bir çocuk kapının eşiğinde duruyordu. Gözleri Yusuf’a benziyordu.
“Beni unuttunuz” dedi çocuk.
Yusuf, çocuğun gözlerine baktığında içinden bir huzur yayıldı tanıdığı bir sıcaklık, bildiği bir kokunun hatırası gibi. Bu, bir ihtimal ya da hayal değil; onun oğlu, kendi hayatının içinden, sevdiği kadından doğan gerçek bir parçasıydı. Kapıdan içeri giren çocuk da karşısında oturan o güzel reklamcı kadın da onun yaşamının ta kendisiydi artık eksiltilmiş bir düş değil, tamamlanmış bir gerçeklikti.
Kadın hafifçe gülümsedi ve saçlarını arkaya attı.
“Sen evi aldın ama içindeki her şeyi birlikte oluşturduk” dedi. Çocuk sandalyesini çekti, masaya oturdu. Elinde bir laptop vardı. Yusuf’un oğluna özel olarak aldığı bilgisayar oyununu oynuyordu.
Yusuf başını eğdi ve deftere baktı. Sayfada bir satır belirmişti:
“Bazen aradığın şey zaten sende olur; sadece dönüp bakmayı unutursun.”
Gözleri bu cümledeyken kadın elini onun eline koydu.
“Ben buradayım,” dedi. “Hep buradaydım.”
İşte o an Yusuf anladı: Bu geçitler, odalar, yansımalar… hepsi kendi içinin yankılarıydı. Ama en büyük yankı, birlikte yaşadıkları her andaydı. Evin duvarlarında kahkahaları, balkonda sabah güneşiyle içilen kahveleri vardı. Her karar, her geri dönüş, onu zaten bu hayata getirmişti. Arayış değilmiş mesele; fark edişmiş.
Yusuf başını kaldırdı. Odanın ışığı ilk kez bu kadar netti. Çocuğu, kadını ve kendini aynı çerçevede görmek… tamamlanmış bir cümlenin sonunda durmak gibiydi. Ve şimdi, artık yeni bir sayfa açılabilirdi. Bu kez geçmişe değil, beraberce yazılacak yarınlara doğru.
Yusuf yeni sayfayı açtığında karşısındaki kadın ve çocuk gitmişlerdi. Masanın başında yalnızdı ve defterin sayfaları artık daha ağırdı, sanki her biri Yusuf’un iç sesinden damlamış gibiydi. Mürekkep daha koyuydu. Satırlar daha yavaş akan bir nehir gibi…
Tam o sırada, odanın karşı ucunda bir gölge kıpırdadı. Yusuf başını kaldırdı. Sandalyede yeni biri oturuyordu: Kırklarının ortasında, yüz çizgileri derin ama huzurlu, gözlerinde yorgun ama berrak bir bakış olan bir adam. Kumral yer yer dökülmeye başlamış saçları, biraz daha az ideolojik ama daha çok sezgisel konuşan birini tarif ediyordu. O Yusuf’tu.
“Soruyu artık yanlış yerden sorma,” dedi kırklı Yusuf, kolunu masaya yaslayarak.
“Nereden geliyorum değil, neyle geldim. Nereye gidiyorum değil, kim olarak gidiyorum.”
Yusuf bir an sustu. Zaman, bu iki Yusuf’un arasında titreşen ince bir çizgi gibiydi ne tam geçmiş ne tam gelecek, tam da farkındalık çizgisi. Kırklı Yusuf defteri kendisine doğru itti.
“Sen hâlâ kendini, geçmişinin yankılarıyla ölçüyorsun. Oysa yol, yankılarla değil, niyetle devam ediyor.”
Yusuf deftere baktı. Yeni sayfada başka bir yazı şekli vardı daha köşeli, daha net ama bir o kadar da içsel:
“Kendini tamamlaman gerekmez. Kendini tanıman yeter.”
Kırklı Yusuf kalktı, ona kendi elleriyle tuttuğu bir çerçeveyi uzattı. Çerçevenin içinde ne fotoğraf ne resim vardı. Sadece boş bir sayfa. Ama Yusuf gördü onca kelimeyi, onca kişiyi ve yolu taşıyabilecek büyüklükte bir boşluktu bu.
“Bundan sonrası senin kalemin,” dedi kırklı Yusuf. “Farkındalık, geçmişi onarmak değil; şimdiye sahip çıkmaktır. Bu farkındalık seni yerinden kaldıracak.”
Ve uzaklaştı. Ne dramatik bir veda ne sesli bir kapanış… sadece bir gülümsemeyle. Yusuf kalakaldı, ama bu kez yalnız değil, kendisiyle tamamdı.
Düşünmeye başladı. Belki radikal kararlar almamıştı ama küçük yön değişiklikleri yapmıştı. Haftada bir kendiyle baş başa kalmaya, yazmaya, müzikle uğraşmaya başlamıştı. Artık sadece yaş almıyor, kendini içerden yeniliyordu.
Kırklarındaki Yusuf için en büyük farkındalık, hayatta kesin çizgiler olmadığıydı. Mutluluk sabit bir dağ değil, yürürken sürekli değişen bir manzaraydı. Ve insan, kimi zaman sadece durup bu manzarayı seyretmeyi öğrenmeliydi.
Yusuf odadan çıktığında zaman artık biçimsizdi. Geriye sadece derinleşmiş bir bilinç, yavaşlamış bir kalp ritmi ve içini dolduran sade bir huzur vardı. Koridordan ilerledikçe adımları yere değil, yaşadıklarına basıyordu sanki. Her kat ettiği mesafe, bir yaşanmışlığın yankısıydı.
Güneşli bir sabahın içinden geçerek evinin geniş, sessiz balkonuna çıktı. İstanbul, o eski telaşıyla aşağıda akıp gidiyordu ama Yusuf artık ona yukarıdan bakıyordu sadece mekânsal değil, duygusal olarak da.
Dökülmüş saçları, güneşe doğru gözlerini kıstığında alnında çizgiler değil, cümleler beliriyordu. Elinde tuttuğu kahvesini masanın yanına bıraktı ve sandalyeye otururken küçük bir defteri açtı. Başlığı netti:
“Zamanın Kıyısında: Yaşarken Anlamayı Öğrenmek”
Yusuf altmışlı yaşlarında artık aramıyordu; bulmuştu. Gençliğinin parkalı Yusuf’u, sevdiği kadınla evlenen otuzlarındaki Yusuf’u, kırklı yaşlarında içini yoklayan Yusuf’u hepsi hâlâ içindeydi ama artık sadece ses değildiler. Artık kelimeydiler. Satırdılar. Kitap olmuşlardı.
“Çünkü bir insanın içinde asla tek bir kişi yaşamaz. Ama hepsi bir bütün olursa, işte o zaman insan kendi adına imza atar.”
Altmışlı yaşlarındaki Yusuf, sabahları erkenden uyanmayı alışkanlık haline getirmişti artık. Kahvesini sade içer, çalışma odasındaki masasına oturur, yazmaya başlardı. Çocukluk geçidinden başlayan yolculuğunun izlerini, artık kelimelere döküyordu. Yazdıkları birilerine ulaşmasa bile, her cümle kendi içine tuttuğu bir fener gibiydi.
İlk başta sadece hatıralarını yazmıştı. Sonra fark etti ki, her hatıra başka birinin öyküsüne benziyordu. Yazarken sadece geçmişini değil, başka hayatları da yeniden kuruyordu zihninde. Ve bu yeniden kurma hâli, ona büyük bir huzur getiriyordu. Belki hiçbir zaman dünyayı değiştirememişti ama yazarken kendi içindeki fırtınayı dindirebildiğini gördü.
Yusuf için mutluluk artık bir büyük an değildi. Sessiz bir sabah, yazdığı bir cümleden sonra gelen iç rahatlığı ya da geçmiş bir acıyı artık sevgiyle anabilmekti. İnsan nihayetinde kendiyle anlaşabilirse, dünya biraz daha katlanılır hâle geliyordu. Yusuf da o anlaşmayı yapmıştı sonunda bir ömrün kendine açılan kapılarını yazarak aralamıştı.
Ve belki de ilk kez, hiçbir yere yetişmesi gerekmediğini hissederek gülümsedi. Gölgeler hâlâ vardı, ama artık ona eşlik ediyorlardı korkutmak için değil, hatırlatmak için.
Artık yazdıklarıyla kendine ışık tutuyordu. Kelimeler onu iyileştirmişti. Ve o iyileştikçe, gölgeler geri çekildi. Artık Yusuf için mutluluk büyük anlarda değil, sabahın sessizliğinde dökülen cümlelerdeydi. Bu sessizlik dosttu. Bu geçit huzura açılıyordu.
28.06.2025
Şevket M. Oğuz