Bu hafta size aşağıdaki öykümü nasıl yazdığımı anlatarak sohbetime başlayayım. İki ay önce yazar Tolga Gümüşay’ın Kareli Öyküler Yazma Atölyesine katıldım. Benim için çok keyifli ve öğretici bir deneyim oldu. Kendisine çok teşekkür ediyorum. Her dersin sonunda bizlere bir ödev veriyor. Geçtiğimiz hafta çok değişik bir deneyim yapmamızı istedi. Müzik dinleyerek ve fotoğraf çekerek öykü yazmak. Bunu nasıl yapacağımızı sorduğumuzda önce sokağa çıkın sonra sevdiğiniz bir müziği kulaklık takarak dinlemeye başlayın dedi. Müzik sizi bir yerlere götürürken dolaştığınız mekânları fotoğraflayın. Gezintiniz bitip masanızın başına döndüğünüzde çektiğiniz fotoğraflardan birini seçerek öykünüzü yazın dedi.
Ben de sokağa çıktım çok sevdiğim sanatçı Azam Ali’yi dinlemeye başladım ve üç dört fotoğraf çektim. Masamın başına döndüğümde aşağıdaki fotoğrafı seçip yazmaya başladım ve bu öykü çıktı. Şimdi sizlerde bu öyküyü okumaya başlamadan Azam Ali’ yi açın ve onun büyülü sesi eşliğinde okuyun.
Göçün sessiz şahitleri
Kadın, eski evinin önünde durduğunda içini derin bir sızı kapladı. Burası artık onun değildi, burada soluklanan anılar başkalarının hikâyelerine karışmıştı. O evin duvarları, yıllarca şahit olduğu kahkahalara, gözyaşlarına, usulca dökülen dualara ev sahipliği yapmıştı. Ama şimdi, seramikler sökülüyor, kapılar değişiyor, duvarlar başka renklere boyanıyordu. Bir zamanlar ona ait olan her şey, başkalarının dokunuşuyla şekil değiştiriyordu.
Kendi topraklarından gitmek zorunda kaldığında da böyle olmuştu. Bir sabah uyandığında, sokaklarının sesi değişmişti. Evler hala yerindeydi ama ruhları eksilmiş gibiydi. O, çocukken sokaklarında oynadığı mahallenin dar yollarından ayrılırken ardında yılların alışkanlıklarını bırakmıştı. Bir zamanlar bildiği dünyayı başkaları yeniden kuruyordu. Ve şimdi, bu evin önünde dururken, o hissi yeniden yaşadı.
Duvardaki çatlakları elleriyle yokladı. Bir zamanlar bu eve sığınmış, burada hayaller kurmuştu. Ama şimdi başkalarının dokunuşlarıyla ev yeniden şekilleniyordu; aynen onun hatıralarının yerini yenilerinin aldığı gibi. Mutfak dolapları söküldü, duvarlar düzeltildi, eski pencerelerin yerine büyük parlak camlar takıldı.
Kendi ülkesinden ayrılırken hissettiklerini burada, eski bir evin yeni sahipleriyle geçirdiği değişimde bulmuştu. Evle birlikte geçmişe de bir yolculuk yaptı. İlkbaharda pencerelerinden içeri süzülen hanımeli kokusunu hatırladı. Babasının akşamları kahvesini yudumlarken gazete okuduğu köşeyi… Mutfakta pişen yemeklerin kokusunu… Ve en çok da o eski ahşap kapının gıcırtısını. Ne zaman eve girse, o ses ona “Hoş geldin” der gibi olurdu.
Ama belki de her şeyin özünü değiştiren zamanın kendisiydi. Ev, yeni sahiplerine yuva oluyordu, tıpkı onun başka bir ülkede yeni bir hayat kurduğu gibi. İnsanlar gidiyordu, duvarlar yenileniyordu, ama hatıralar—onlar hep bir yerlere asılı olarak duruyordu.
Kadının adı Leyla’ydı. Leyla’nın sesi, sanki ruhun en derin köşelerine dokunan eski bir ezgi gibi yankılanıyordu. O, sadece bir şarkıcı değildi—bir anlatıcıydı. Her notasına geçmişin izleri sinmişti, her melodisinde bir özlem taşıyordu. Azam Ali gibi, sesi dünyanın sınırlarını aşan bir yankıydı; tınılarında hem kadim hikâyeler hem de göçün sessiz şahitlerinin ağıtı vardı.
Gittiği her yerde geçmişinden bir parça taşıdı. Şarkılarının içinde eski taş evlerin duvarları, çocukluk sokaklarının yankısı, terk ettiği ülkenin rüzgârı saklıydı. Onun müziği, bir zamanlar ait olduğu evin odalarında yankılanan eski konuşmalara benziyordu. Kim bilir, belki de yıllar önce mutfakta annesiyle söyleşirken mırıldandığı ezgiler şimdi sahnelerde yankılanıyordu.
Leyla, eski evinin önünde durduğunda bu his daha da güçlendi. Evin geçirdiği dönüşüm, onun müziğinin geçirdiği değişime benziyordu. Sesiyle eskiyi koruyup yeniyi şekillendiriyor, geçmişin izlerini bugüne taşıyordu. Artık gittiği her yerde, insanlara bir hikâye anlatıyor, vatanından kopmuşların sesi oluyordu.
Ama şimdi, kapı sökülmüş, yerine pürüzsüz, modern bir model gelmişti. Onun için sıradan bir kapı değildi bu; bir eşikten çok, kendi geçmişinin bir parçasıydı.
Yeni ev sahipleri, geçmişi değiştirmiyordu aslında, sadece kendilerine ait bir hikâye yazıyordu. Ama Leyla için, bu değişim kendi kalbinin kırılgan noktalarına dokunuyordu. Vatanından ayrıldığında da benzer bir hisse kapılmıştı—sokaklar aynıydı, ama sesi farklıydı. Bildik tabelalar yerindeydi, ama insanlar değişmişti. Sanki ruhu, eskiyle yeninin tam ortasında sıkışıp kalmış gibiydi.
O an, bu evin sessiz şahitlerinden biri olduğunu fark etti. Eski taş duvarlar, ahşap kirişler, dökülmüş boyalar—bunlar onun kadar çok şey görmüştü. Ait olduğu yer, sadece haritada bir nokta değil, içinde taşıdığı izlerdi. Belki de insan, gerçekte hiç bir yere tam olarak veda edemezdi; geçmiş, insanın içine sızar ve onunla yolculuğa devam ederdi.
Leyla, derin bir nefes aldı ve gözlerini son kez eski kapının köşesine dikti. Zaman, taşları aşındırmıştı ama anıları silememişti. Orada, duvarların arasında hapsolmuş fısıltılar hâlâ yankılanıyordu—çocuk kahkahaları, mutfakta pişen ekmeğin kokusu, babasının akşamları söylediği eski türküler… Hepsi, zamanın içinde yavaşça soluyordu.
Bir adım geri çekildi. Şimdi şehrin başka bir köşesinde, farklı bir sahnede, farklı insanların arasında olacaktı. Ama bildiği bir şey vardı: sesi, bu taş duvarlardan asla kaybolmayacaktı. Belki burası artık onun evi değildi, ama burada bıraktığı hikâye, şarkılarının içine sızmıştı. Ve ne zaman sahneye çıktığında göçün sessiz şahitlerine bir ağıt yaksa, buradaki taşlar da onunla mırıldanacaktı.
Son bir kez baktı, sonra döndü ve yürümeye başladı. Şarkısı kaldırım taşlarına düştü, rüzgâr onu aldı ve bilinmezliğe taşıdı. Ama Leyla biliyordu—insan geçmişinden gerçekten kopamazdı, sadece onunla birlikte başka bir hikâye yazmaya devam ederdi.
Ve Leyla, o gün, kendi hikâyesine yeni bir başlangıç ekledi.
10.05.2025
Şevket M. Oğuz