Cumartesi sohbetleri Yönsüz yürüyüşler / Yağmurgören
Cumartesi sohbetleri
Yönsüz yürüyüşler
Yağmurgören
Yön, bazen bir başlangıç değildir. Bazen bir varış noktası da sunmaz. Yön, eksik kalan bir cümlenin sonundaki sessizlikte, haritasız bir sabahın gri ışığında belirir. İnsan yürürken fark eder: bazı adımlar, bir yere gitmek için değil, bir şeyleri geride bırakmak içindir. Ve bazı sabahlar, yönünü bilmemek değil, yönsüzlüğü seçmek demektir.
Nisan’ın ilk çarşambasıydı. Sabahın erken saatleri. Güneş, gri bulutların arasından usulca sızıyor, sanki şehre dokunmadan geçmek istiyordu. Ben yürüyordum. Teknolojik betonların arasında, yön veren okların izinde. Her adımımda önümde yeni anılar biriktiriyordum.
Yol kenarındaki ağaçlar, betonun utancını örtmeye çalışan yaşlı bilgelikler gibiydi. Onlara bakınca, içimdeki çocuk uyanıyordu. Bedenim yıllanmıştı, evet. Ama ruhum hâlâ ilk defa yağmur gören bir çocuk gibi şaşkındı. Merakım, yıllara direnmişti. Yaşama heyecanım hala devam ediyordu.
Bir park yerinin yanından geçtim. Arabalar sessizdi, ama sessizlikleri konuşuyordu. Her biri bir hikâye taşıyordu: bir sabah kavgası, bir unutulmuş kahve kupası, bir çocuk koltuğunda bırakılmış pelüş ayı. Yolun üstünde sarı oklar vardı, yön gösteren ama hiçbir yere varmayan. Ben o okları takip etmedim. Çünkü benim yönüm, haritasız ve adı konmamış belirsizlik yoluydu.
Rüzgâr yüzüme dokundu. Yağmurun yaşları tenime değdi. Sisifos gibi taşıdığım görünmeyen yük, o anda biraz hafifledi. Çünkü ben hâlâ şaşırabiliyordum. Hâlâ bir ağacın gövdesine bakıp “burada ne olmuş?” diyebiliyordum. Hâlâ bir sokak lambasının altında durup, “ışık mı beni aydınlatıyor, yoksa ben mi ışığı fark ediyorum?” diye sorabiliyordum.Ve o an, bir şey oldu. Zaman eğildi, yönsüzlüğün içinde mevsimler birbirine karıştı. Bir çocuk geçti yanımdan, elinde bir sonbahar yaprağı. Yaprağı bana uzattı, hiçbir şey demeden. Aldım. Yaprağın kenarı eksikti. Ama tam da o eksiklikte bir anlam vardı. Gülümsedim. Çocuk gitti. Ben yürümeye devam ettim.Bir taş duvarın yanından geçtim. Duvarın üstünde mor çiçekler tırmanıyordu, sanki yukarıya değil, içimdeki geçmişe ulaşmak ister gibiydiler. Birden, rüzgârın taşıdığı bir koku beni durdurdu. Betonun arasından sızan toprak kokusuna karışmış bir şeydi bu. Tanıdıktı. Gözlerimi kapattım. Ve Samatya’daki evin bahçesi belirdi zihnimde. Sümbüller. Mor, pembe, beyaz. Sabahları annem pencereyi açtığında, o koku içeri dolardı. Henüz kahvaltı yapılmamış, gün başlamamış olurdu ama sümbüller çoktan uyanmış olurdu. Bir sabah, bir sümbülün sapı kırılmıştı. Onu bir su bardağına koymuştuk. Eksikti ama güzeldi. O zaman anlamı eksiklikte bulmuştum, farkında olmadan.Şimdi bu bahçede, taş duvarın ardında, mor çiçeklerin sessiz tırmanışında aynı duyguyu buluyorum. Yağmurgören olarak yürürken, geçmişin bahçeleri bugünün duvarlarına tırmanıyor. Her çiçek, bir hafıza. Her eksik yaprak, bir anlam. O bahçede yürürken yönsüzdüm. Ama çocukken yönsüzlük, özgürlüktü. Şimdi ise bir direniş. Sümbüllerin arasında kaybolduğum sabahları hatırladım.Yönsüz yürümeye devam ettim. Çünkü yönsüzlük, geçmişle şimdi arasında kurulan bir köprüydü. Ve ben o köprünün taşlarını, her sabah yeniden diziyordum.
04.10.2025
Şevket M. Oğuz

Share this content:
Yorum gönder